tr

Blog sahibi: yonetici

Kıbrıs sorunu çözüm sürecinde liderler görüşmesi, Mülkiyet başlığının ele alınmasıyla birlikte, şimdilik, taşlı, çukurlu yolla girdi. Sarsıntı ve sallanma olması doğal.
Eskiden bu tür yollara, "langufalı" yol derdik. Artık "modernleştiğimiz"için yazı ve konuşmada pek kullanılmıyor.
"Langufalı" yola girdik ya, hemen olumlunun yerini olumsuz beyanatlar aldı. İki tarafın liderlikleri bolca, "kırmızı çizgilerden" söz etmeye başladı.
Bu gelişme olur olmaz, hem Türkiye'de hemde Kıbrıs'ta yorumlar farklılaştı.
Bakın, Türkiye'de hükümet kaynaklarına yakınlığı ile bilinen bir yazar mesajını verdi.
"Eğer Mart ayına kadar Referanduma gidecek bir gelişme olmazsa, artık ortaklık devleti değil, mevcut durumun kabul edilmesi süreci başlayacak"deyi verdi. Bu görüşü da yetkililere dayandırdı.
Bu makale hemen Güney ve Kuzey basınında etkisini gösterdi.
Federal çözümden kaçmak isteyen Kuzeyin ve Güneyin statükocu çevreleri buna sarıldı.
Görüşme sürecini kesintiye ve başarısızlığa uğratmak isteyenler kolları sıvadı.
Güney Kıbrıs'ta ilginçtir, ayni döneme denk gelen bir şekilde önce Sayın Anastasiadis'ten başlayarak demeçler ve yorumlar ortalığı kapladı.
Mart ayına kadar bir gelişme olamayacağı ve Referandumun mümkün olmayacağı dile getirilmeye başlandı.
Bu ifadeler başka şeylerle güçlendirilmek istendi.
Hemen Kuzeyde olduğu gibi Güneyde de "B Planı ele alındı" haber - yorumları ortalığı sardı. B Planı ne imiş? Tıpkı kuzeydeki gibi bir farkı yok.
Planın birinci maddesi, "devleti güçlendirmek çalışmalarını öne almak". İkincisi Türkiye'yi sorumluluğunda köşeye sıkıştırmak, bunun için uluslararası çalışmalara koyulmak.
Aynen Kuzeyde de böyledir.
Görüşme sürecinin tıkanması ile hemen başlarlar, "bırakalım artık bu görüşmeleri, devleti güçlendirmeye bakalım ve dünyaya açılalım"söylemlerine.
Sanki Kuzeyde ve Güneyde Kıbrıs görüşmeleri nedeni ile ellerini tutan var", hedefi hemenden Devleti güçlendirme iddiası olarak değiştirenlerin.
Sanırsınız ki masaya iki tarafta otururken, görüşmeler nedeni ile devleti, ekonomiyi güçlendirme işine ara verdik diye karşılıklı antlaşması yaptılar..
Yalanın bini bir para.
Çünkü statükoyu sürdürmek çabası için insanlara anlatacak bir masalları olması lazımdır.
İşte bu gelişmeler olurken Orta Doğu'da işler daha bir karmaşıklaştı. Rusya'nın Suriye müdahalesi ve Avrupa'ya akan yüz binlerce mülteci, işi daha da karmaşık bir hale getirdi.

MERKEL ve ERDOĞAN, DAVUTOĞLU
İşte bu aşamada Avrupa ve AB konuya özü ayni, ama farklı bir yaklaşım geliştirdi.
Özü ayni. Çünkü mesele, Türkiye'ye AB sürecinde yeniden zemin sağlamak.
Almanya Başbakanı Sayın Merkel'in Türkiye ziyaretinde bu açıklığa kavuştu.
Bu ziyaret öncesi mülteci akını için Sayın Merkel'in gündeme getireceği konuları "ahlaksız teklif " diye yorumlayan basındaki kimi Türkiyeli siyasi yorumcular, Sayın Merkel'in ziyareti sonrası ortaya çıkan yaklaşımlara, sessiz kalmaları çok anlamlı oldu. Bu da olayın çok ciddi olduğunu göstermektedir.
Bu çerçevede ifade edilen ana nokta, Türkiye'nin büyük ölçüde tıkanan AB üyelik müzakerelerinin önünü açmak hedefi oldu.
Bu bence, hem Avrupa, hem Türkiye, hemde Kıbrıs sorunun çözüm süreci için çok olumlu bir yaklaşımdır.
İşte bu gelişme olur olmaz, hemen Güney Kıbrıs'tan sesler yükselmeye başlandı.
Türkiye'nin bloke edilen başlıklarının açılmaması için niyetler ifade edilmeye başlandı.
Ayni şekilde söz konusu başlıkların açılması için Türkiye'nin Kıbrıs'ta taviz vermesi, Maraş'ın iade edilmesi, Kıbrıs- AB katılım anlaşmasının Türkiye tarafından tanınması fikirleri yüksek perdeden ifade edilmeye başlandı.
Bunlar olmazsa Türkiye'nin müzakere başlıklarının üzerindeki vetolarını kaldırmayacaklarını söylemeye başladılar.
Bizim taraftan bu konuda açıktan bir ses gelmedi. Ama bu fırtına öncesi sesizliğe benzer.
Şimdi bazıları CB Sayın Akıncı'nın bu sözlere cevap vermesi gerektiğini ifade ediyor. Yani kavga derinleşsin!

AHLAK ve TEKLİF
İşte bu aşamada bu konuya değinmek istedim. Öncelikle Kıbrıs Rum egemen güçlerini iki temel konuda sorgulamak lazımdır.
Bunlardan biri Türkiye'yi köşeye sıkıştırarak Kıbrıs sorununa çözüm bulma stratejileridir. Bu streteji sorunu ne kadar çözüme götürdü?
Bu strateji, Kıbrıs Sorununu Çözüme götürmeyi bir yere bırakın, "çözümsüzlüğü çözüm " olarak gören Türkiye'nin ve Kuzeyin statükocularının ayrılığı sürdürme ve derinleştirme niyet ve amaçlarından başka bir hususa hizmet etmedi.
Bakın, çözüme en yakın olduğumuz dönem, Türkiye'nin köşeye sıkıştırıldığı değil, aksine, AB Genişleme sürecinde Türkiye'nin AB aday üyeliğini alması ve üyelik görüşmelerinin başladığı dönem oldu.
Bugün eğer, çözüm konusunda Sayın Akıncı ile Sayın Anastasiadis arasında süren görüşmelerde yeni pek çok yakınlaşma konusu oluşmuşsa, bu, işte o dönemin oluşan mirasının üzerine konan yeni hususlar olmuştur.
Yani Türkiye'yi köşeye sıkıştırma stratejisi kopuşu ve gerginliği getirirken, Türkiye
ile evrensel demokratik ve barışcı değerlerde buluşma iklim ve yakınlaşmanın geliştiği, 2002- 2008 dönemi, çözümü ve barışı en fazla yakınlaştıran dönem olmuştur.
Bunun sarsılması ile ve Güneyin Egemen güçlerinin, Sarkozy'li Fransa'nın etkisinde, Avrupa'nın Türkiye karşıtlığı ile malül olan aşırı muhafazakar şahinlerinin dümen suyuna girdiği andan itibaren, Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün ve gerginliğin yeniden artması oluşmuştur.
İşte bu bağlamda, yeniden, "Türkiye'nin köşeye sıkıştırılma" stratejine başvurulması ile birlikte, Türkiye'nin AB üyelik sürecindeki başlıklar bloke edilmeye başlandı. Fransa'nın başını çektiği bu adımlardan da cesaret alan Güneyin egemen güçleri hızla Türkiye'nin AB Görüşme sürecindeki başlıklarını bloke etmeye başladı.
Bu çok yanlış ve süreci kesintiye uğratan adım oldu. Bunu ilk olarak sorgulamak istedim.
İkinci sorgulamak istediğim nokta Gümeyin bloke ettiği başlıklar konusudur. Çünkü bu hiçbir degere sığmaz.
Her şeyi bir yere bıraktım. Geçmişte de yazdım. Açık açık.
Ben Güneyin, Türkiye'nin AB üyelik sürecinde 23.ve 24. Fasılları bloke etmesini hiç ama hiç anlamadım. İçime de sindirmedim.
Çünkü bu Fasıllar, Demokratik özgürlükler, İnsan Hakları ve Yargı ile ilgili başlıklardır.
Bu nasıl bir anlayıştır ki bu başlıkları bloke ederek, Türkiye gibi bölgenin güçlü ve ayni zamanda Kıbrıs sorununda da taraf olan bir ülkeyi siz, Avrupai demokratik ve yargı değerlerinden uzak tutmayı hedefleyeceksiniz?
Bu bloke ile birlikte bugün Türkiye'nin içinde yaşanan sıkıntılara bakın.
Kıbrıs Rum tarafı veya Avrupa, günümüzde Türkiye'nin yargı, insan hakları ve demokratik değerlerde tartışmalı bir konumda bulunmasından mutlu mu?
Üstelik hangi siyasi çıkar, Türkiye'nin insanının, insan hakları, demokratik değerler ve Yargı'da da Avrupa'i değerler dışında kalmasını size savundurur?
Siz bunu yaparak, Kıbrıs sorunu ve Kürt sorunu gibi temel sorunların çözümü için, bir toplumda gelişmesi gereken demokratik ve paylaşımcı siyasi ve toplumsal bir kültürün darbelenmesi ile yol alabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Bu demokratik değerler ve bunların üzerinde yükselecek siyasi kültür, bu temel sorunların çözümü için oluşması gereken demokratik ve paylaşımcı kültürün besiyeridir. Siz bunun önünü tıkarken, statükocu ve militarist, şöven, anti demokratik gelişmeleri arzulayanların önü açarsınız.
Bu sorunların çözümüne destek değil, aksine köstek olursunuz...
Bunun da ne Kıbrıs insanına, ne Türkiye insanına mutluluk getirmeyeceği açıktır.
Peki 23. ve 24. Fasıllarının önünü tıkayan Güneyin egemen güçleri, bugün bu gelişmenin önünün tıkanması nedeni ile Türkiye insanın yaşadığı acılara da ortak değil mi?
Hangi hakla siz,bugün, Türkiye'deki anti- demokratik gelişmeleri eleştirebilirsiniz?
Ayni şey Avrupa içinde geçerlidir.
Hem demokratik değerlerin ve yargının Avrupayi değerlere göre şekillenmesini engelleneceksiniz, hemde eski anlayışın boy vermesi ile doğan sıkıntıları eleştireceksiniz. Bunun samimiyet neresinde.

ŞİMDİ ESKİ GUBUR YİNE..
Şimdi, Sayın Merkel'in son Türkiye ziyareti ile yeniden Türkiye'nin AB üyelik müzakerelerinde tıkanan başlıkların açılması gündeme geldi.
Bu gelir gelmez o,"Türkiye'yi köşeye sıkıştırma" eski Guburu yeniden kınından çıktı. Bu niyetin beyan edilmesi ile birlikte, Güneyin siyasileri hemen, 23. ve 24. Fasılların üzerindeki blokajlarını kaldırmayacakları yüksek perdeden beyan etmeye başladılar. Buda tam da görüşmelerin olumlu bir ortamda geliştiği ve Mülkiyet başlığı gibi yani "langufalı" bir yola girildiği zamanda oldu.
Bu gelişmenin yaşanması ile birlikte, Kıbrıs Türk tarafı ile masada çözmeleri gereken konuları hemen Türkiye'nin AB Görüşme sürecindeki bu gelişme ile birlikte derhal Türkiye'ye havale edip indeksllemeye başladılar.
Bunu da Fasılların üzerindeki blokajı kaldırmak için şart haline getirip, Maraş ve diğer konuları ele almak istediklerini ifade ettiler..
Bu üstelik bu yakllaşım, Federal Kıbrıs'ın Ortağı ve Ortak Vatan'ın parçası olan Kıbrıs Türk Toplumuna dönük olarakta son derece yakışıksız ve yapılan en büyük haksızlıktır.
Üstelik de bunu yapanlar da ikide bir, Kıbrıs Türk Toplumunu Türkiye'den bağımlılıktan kurtarma gibi lakırdıları da yapanlardır.

ATEŞ BİZİ YAKMADAN
Bakın akıl başa toplanmalıdır.
Orta Doğu'da yayılan bu yangın, şu anda yalnızca çatışmasızlık hali olan Kıbrıs'ı da eğer tam bu zamanda karşılıklı kabul edilebilir ve 11 Şubat 2014 mutabakına bağlı bir barışa ulaştıramazsak, bilelim ki bu adayı da içine çekebilecek ateşe çekim güçünü de içinde taşımaktadır.
Kıbrıs'ın iki toplumu da şunu iyi görmelidir.
En yakın örnek yine Türkiye'dir.
Kürt sorununa çözüm bulmak için başlayan ve pek çok olumluluk getiren çözüm süreci, yarattığı umut ve olumluk biter bitmez, nasıl bir felakete yol açtığını hiç göz ardı edemeyiz.
Bundan ders almalıyız.
Eğer başlayan ve gelişen içinde çözüme dönük pek çok yeni yakınlaşmaların oluştuğu Kıbrıs sorununa çözüm bulma görüşmeleri tıkanır ve bundan taraflar kendi leyhlerine, Türkiye'de bazı yazarların ifade ettiği veya Güneyde de Türkiye'yi köşeye sıkıştırma stratejistlerinin ifade ettiği gibi, tek taraflı sonuçlar elde edebileceği fırsatçılığı eşliğinde, deyim yerinde ise tavuk körlüğü ile mesele ele alınırsa, bilin ki Kıbrıs, yangın yerine dönen Orta Doğunun ateş dilimleri içine düşecektir.
Evet, Görüşmeler, "langufalı"yolda ilerlemeli. Sarsılacağız, sallanacağız. Ama bu langufalı yol bizi menzile ulaşmaktan alı koymamalıdır.
Bu langufalı yolun sonu, yani ulaşacağımız menzil olan Federal Kıbrıs huzur,kalıcı barış ve selamet doludur.






Yıllar boyu süren Kıbrıs sorunun, sıkıntılı ve çözüm aranan alanlarından biri olan Mülkiyet başlığında, kriterler konusunu ağırlıkla ele alan görüşmelere liderler indinde başlandı..
Yönetim ve Güç Paylaşımı gibi en önemli başlıklarda bu görüşmelerde yakınlaşmaların olduğu bir gerçektir. Bunun, olmasının çözüme dönük ciddi bir umut yarattığı da bir gerçektir..,
Işte umut ışığının yandığı bu ortamda, mülkiyet meselesinin görüşülmeye başlanması ile Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde, bu yeni durum, çözümsüzlüğe oynayan iki tarafın statükocu odaklarını hemen bir yeni duruma sevk etti..
Çünkü bu önemli başlıkla ilgili olarak, bu aşamada, bu çetin konuyu aşmak ve ortak noktalar yaratabilmek için, sabır ve esneklik gerekir.
Dolayısı ile "Sabır ve Esneklik" gereken bir konu olduğu ve tek tek her insanı doğrudan ilgilendiren maddi bir değerle de bağlantılı olduğu içinde, iki tarafın statükocuları hemen konuyu kaşımaya başladılar.
Bu bakımdan bu yeni durum ele almadan önce, bu konuyu kaşıyanları, öncelikle bir ciddi bir eleştiriye tabi tutmak gerekir.
Önce kısaca bunların tezlerine bakalım:
Kuzeyin statükocuları tüm bu süre içinde bir noktayı ele aldılar.Tezleri tek idi.
Global Mal Takasını savundular.
Güneyin statükocuları da tüm bu zaman içinde tek bir teze sarıldılar.
Buda, tüm göçmenlerin evlerine dönmesi noktasından hareketle, iadenin tek yol olduğunu vurguladılar.
Bu iki tezin mümkün olabilen bir çözüm ortamına imkan sağlamadığı, hem mantıktan, hemde çözüme ulaşmak için kaybedilen 50 yıldan ötürü çok açıktır.
Ancak Siyasi çözüm ve barış için bu önemli soruna aşmak için bir yeni geçiş olanağını, yeni bir gelişme sağladı.
Bu da 2005 itibarı ile Annan Planı Referandumundan sonra Kuzeyde ele alınan ve 2006'da yürürlüğe giren Taşınmaz Mal Komisyonu yasası ile oluşan yeni durumdur.
Barış ve çözüm sağlamak ve bu önemli sorunsalı aşmak için söz konusu TMK yasasında önerilen ilkeler; iade, takas ve tazminat bütünlüğünü kapsıyordu.
Bunun sağlanması için, hem mal sahibinin, hemde kullanıcının, makul ölçüler çerçevesinde haklarını alma noktası, yasanın ana dayanağını oluşturdu.
Yani hem mal sahibi, hemde kullanıcı, kendini hakları temelinde, çözümün içinde bulacaktı.
İşte bu yeni durum bu zeminden doğdu.
Çünkü bu mantık , AHİM tarafından sorunun aşılması için makul bir yol olarak görüldü.
Bu mantık, 2010'da Demopulos Davası kararı ile evrensel hukuki kabul gören bir temele ulaştı. İşte bu yeni bir durum yaratmıştır.
Bu yeni durum, Kuzeyde Glabal Takas, Güneyde de tek yol olarak tam iade şeklinde ifade edilen ve çözümsüzlüğün sürmesine, statükonun devamından başka bir sonuç getirmeyen anlayışlardan farklı, evrensel kabul da gören, ciddi bir başka seçeneğin ortaya çıkmasını sağladı.
Bu yeni durum, yalnız mülkiyet konusunun aşılmasına değil, ama Federal çözümün gerçekleşmesi, yani mümkün olabilen iyi bir siyasi demokratik çözümün ve barışa ulaşmanın da ciddi bir şekilde kapısını açtı.
İşte yüzden bu gelişme, yeni ve iki taraf arasında ortak bir çözüm temeli bulmayı mümkün kılan çok ciddi bir zemin sağlamıştır.
Bu yüzden, yıllardır global takas ve tam iade olarak sorunu çıkmaza sokanların, şimdi bu mümkün olabileni boğma gayretleri var.
Bunlar şimdi, bu mümkün olabilen zemini toptan ret yerine, eski tezlerini esas kılarak bunu kötü gösterme yolunu tutmuşlardır.

STATÜKO BESLEYİCİLERİNE SORU
Bu, Türkçe ve Elence konuşan "statüko besleyicilere" şunu sormak gerekir.
Bu yeni ortaya çıkana dönük, yapıcı ve sonuç alıcı ne karşı öneriniz var?
Çünkü Glaobal Takas ve Tam İade temelli bir yaklaşımla mümkün olabilen bir çözüme gitmek mümkün olmadı.
Bu tezleriniz de biri ötekini ezmeden gerçekleşmesi de mümkün değil.
Eğer söylediğiniz gibi Federal çözümü, yani 11 Şubat 2014 Ortak Deklerasyonu da destekliyorsanız, çıkmazı bu güne kadar sağlayan o eski yaklaşımlarınıza, alternatif olarak çıkan ve AHİM 2010 Demopulos kararı ile çerçevesi çizilen yeni anlayışa dönük, farklı ne öneriniz var?
Hem mal sahibini, hemde kullanıcıyı, birini öteki karşısında mahkum etmeyecek ne öneriniz var?
Çünkü çözüm için ihtiyacımız olan tek bir şey vardır.
Sonuç, birini sevindirirken, diğerini ağlatmamalı.
Çözüm birine her şeyini kaybettirirken, diğerini herşeyin sahibi yapmamalıdır.
Birini zengin ederken, ötekini yoksullaştırmamalıdır..
Yani Çözüm, birini, diğeri karşısında ağlatmazken, kendi içinde de iki tarafın belli makul özverileri barış için yapmasına olanak sağlayacak bir ortak temel sağlamalıdır.
Çünkü kazanılacak olan hiç bir maddi değerle ölçülmeyecek olan barış ve adanın huzuru ile insanın insanlığı olacaktır.
Evet, iki tarafın Türkçe ve Elence konuşan çözümsüzlük lobileri.
Mülkiyet sorunun aşılması için 2010 AHİM kararına temel olan mantık dışında, çözüme katkı sağlayacak ne görüşleriniz var? Hadi bunu ifade edin.
Çünkü eski tezleriniz çözümü değil, çözümsüzlüğün sürmesine katkıdan başka bir şey getirmedi.
Eğer yoksa, susun ve kalın. El birliği ile mümkün olabilen zemini geliştirmeye ve çare aramaya yoğunlaşalım.
Türkiye'de yapılacak 1 Kasım seçimleri ile ilgili olarak partiler seçim bildirgelerini açıklıyor.
Bu bildirgelerde en fazla dikkati çeken nokta, özellikle ekonomik konularda, halkı ilgilendiren sosyal içerikli önermelerdir.
Türkiye'deki bu seçim döneminde gündeme giren bu gelişme; bir dönem, Dünyada başlayan ve bize de yansıyan, çalışan insanların ücretlerini baskılamak ve dolaylı vergileri artırıp, yaygınlaştırarak, ekonomik krizi aşmak için faturayı, en geniş halka kitlelerine kesmek üzerine kurulan ve kutsanan siyasetin tersidir..
Çünkü Türkiye'de 1 Kasım'da seçime girecek her parti, dünkünden farklı, kendi yaklaşımı ile asgari ücreti artırma ,emekliliklere artış ve sosyal destekleri artırmaktan söz ediyor.
Dün bırakın bunu iktidar partisinin önermesini, muhalefet partileri önerse dahi, bu önermeler ayıplanan ve popülizmle dalgalanmanın unsuru idi.
Üstelik bu önermelerin hedeflediği 1 Kasım Seçimine doğru gidişte, Türkiye ekonomisinde sıkışıklık ve sorunların olduğu açık bir gerçekliktir.
Dolayısı ile bu yeni durum; ekonomik sıkıntıları veya krizleri gerekçe göstererek, dün gündeme taşınan dar maliye politikası mantığının artık geçerli olmadığını göstermektedir.
Üstelik, dünyada bol ve ucuz emek üzerine kurulan o dünkü ekonomik anlayışın, günümüzde, artık sorgulanır olduğunu bu gelişmeler bize göstermektedir. Üstelik bu gelişmeler yalnız Türkiye'de oluşmuyor.
Baksanıza, seçimlerden çıkan ve seçim olgusunun şu anda yaşanmadığı İngiltere'de, Muhafazakar Partinin açıkladığı yeni sosyal düzenleme paketi şok bir etki yarattı.
Muhafazakar partiyi İngiltere'de İngiliz basını bu önermeleri nedeni ile, yolun sağında durup, soldan yürümeye çalışma içinde olmakla tanımlamaya başladı.
Özellikle İşci Partisinde Başkanlığı sol ağırlıklı Sayın Corbyn'in alması ile bağlantılı da bu gelişme yaşandı.
Dar Maliye politikasını en fazla savunan Muhafazakar Partinin, bu farklı tavrı esasında dünyadaki yeni gelişmenin yansımasıdır.
Yani, Avrupa'da bu eski anlayışı kutsayrak, medya gücü ile buna yer aşan muhafazakar partiler dahi, bu anlayışı farklılaştırmaya başladılar.
Çünkü karlılığı, bol ve ucuz emek üzerinden arayan kapitalist anlayış, bunun pazar darlığı ve diğer sosyal problemlerle birlikte sistemde sıkıntılara yol açtığını yaşamaya başladı.
Bu yaklaşımın, ekonomik krizleri aşmaya yetmediğini ve sosyal çalkantılara da yol açtığını yaşadılar.
Dolayısı ile krizin, bir başka yolla aşılması arayışlarına geçtiler.
Yani deyim yerinde ise "Marks'ın hayaleti" Avrupa'da, onları da düşündüren şekilde dolaşmaya devam ediyor.
Bu yeni gelişmenin yaşanmaya başlandığı bu dönemde, Türkiye'de, 1 Kasım seçimlerinde ücret baskılama üzerine kurulan politikanın da terk edilmeye başladığını görmekteyiz.
Çok ilginç.
Kuzey Kıbrıs'a, ekonomik paketlerle düşük ücret ve yüksek dolaylı vergi politikası dayatarak, uygulamaya sokulan anlayışın, öncülüğünü yapanlar, şimdi bunun tersini Türkiye'de seçim öncesi gündeme getirdiler.
Bu eski anlayışın ne kadar demode kaldığını, 1 Kasım seçimlerine dönük olarak Türkiye'de, AK Parti, CHP, MHP ve HDP seçim bildirgelerinde ifade edilen asgari ücret artırma ve ücretlerin üzerindeki baskılamaya son verme vaatleri göstermektedir.
Ancak, dün düşük ücret politikasını, ekonomik sıkıntıların aşılması için dün kutsayan ve bunu eleştiren bizleri, popülist diye tanımlayan Kuzey Kıbrıs'taki kimi liberal çevreler ile diğer kesimler ise Türkiye'de gelişen bu hadiseyi sessizce karşılamaktadır.
Bu politikayı savunmak için bizde mürekkep ve nefes tüketenler, şimdi dut yemiş bülbül gibi susmuşlardır.
Bunlar yanısıra, çıkış için biz, düşük ücret politikasını, popülizimden vaz geçmek olarak takdim eden Türkiye'nin kimi siyasi ve bürokratik çevreleri ile Türkiye Cumhuriyeti Yardım Heyeti mensupları, şimdi, Türkiye'de, AK Partinin de seçim bildirgesini belirleyen bu yeni yaklaşım için ne diyeceklerdir?
Üstelik bu eski politikayı kutsayan bazı yerel çevreler, daha bunlar yaşanmadan, 2009'dan itibaren uygulanan bu ekonomik anlayışın, insanların alım gücünü çok azaltması ile ticaret hacminde ve piyasada oluşan daralma yüzünden "sendikalarla birlikte, bizde yollara ineceğiz" açıklamaları yapmışlardı.
Bu açıklamalarla birlikte, iş insanlarının örgütleri, Hükümete, piyasa daralmasını engellemek için 13. Maaşların derhal ödenmesini ve maaş - ücret artışı yapılması çağrılarını yapmışlardı.
Bu gerçekte, bu dar maliye politikasının uygulandığı 2009'dan itibaren ekonomiye bu anlayışın bir katkı yapmadığının açık göstergesi değil mi?
Üstelik şimdi İngiltere'de, Muhafzakar Partinin kendi "fıtratına "denk olmayan sol tandaslı sosyal paket açıklaması ile birlikte bunu düşünürsek, olayın yerelden öteye bir anlam taşıdığını da gözlemleriz.
Üstelik, Türkiye'de, 1 Kasım seçimleri ile birlikte açık olarak gündeme gelen bu yeni adımında, tek başına, seçimle bağı olmadığını da düşünürüz.
Bir şey değişiyor.
Uygulanan ekonomi politikalar kapitalizmin krizi aşmaya yaramadı.
Bu yeni politikalar önerilirken, gündeme gelecek olan olgu kaynak meselesidir.
Evet, doğru.
Asgari Ücret artış vaadi yarışına, seçimler nedeni ile girilen Türkiye'de, bu mesele, geçen 7 Haziran seçimlerinde de tartışma konusu olmuştu..
CHP'nin 7 Haziran seçim bildirgesinde yer alan asgari ücret artış önerilerine AK Parti, bu zeminde eleştiri yapmıştı.
Şimdi, 1 Kasım seçimleri nedeni ile AK Parti bu eleştirisinin dışında bizzat kendisi artış önermesinde bulundu.
Demek ki kaynak meselesi, ayni zamanda niyet ve bakış açısı ile ilgilidir.
Peki, bu bizde nasıldır? Çünkü, Türkiye'den kaynak alan bir ülkeyiz.
Bu yüzden uygulanan bu dar maliye politikasını değiştirebilmek için, Türkiye'den destek konusu, bu siyaseti değiştirebilmek kapasitesinin bize sıkıntı getirebileceğini düşünmek ve bu yüzden buna soğuk bakışla pasif olarak bakmak mümkündür.
Bu sıkıntı nedeni ile buna soğuk durmak veya izlemede kalmak gündemde yer edebilir...
Ama bence bu da tartışmalıdır.
Çünkü 2009'dan itibaren uygulanan ekonomik politika ile oluşan kısmı iyileşmelere karşın, bu konunun bunca sıkıntıya karşın açılamadığı da bir gerçektir.
Yani cari giderlerimizi yüzde yüz karşılama gerçekleşememiştir.
Üstelik,savunma ve ekonominin ihtiyaç duyduğu pek çok destek ve teşvikin, yerel kaynak dışında olmasına karşın... Bu tam anlamı ile gelişememiştir.
Çünkü bu tedbirler yaşama geçirilirken ekonomi büyümemiş, Kıbrıs gerçeğinde ekonominin tetikleyici bir unsuru olan iç pazar, bırakın kapasitesinin korumayı daaralmıştır da.
Yani, 2009'dan itibaren uygulanan bu politika ile ekonomide açılımı ve büyümeyi olmayı bırakın, ciddi daralmalar olduğu da çok açıktır.
Çünkü bu politikanın mantığı, tüketimi azaltma ve ekonomiyi özellikle özel sektörü güçlendirerek büyütme üzerine kurulu idi. Bu olmadı.Gerçekleşmedi. Çünkü insanların alım gücünün düşmesi piyasaların daralmasını pek çok kurtarılma hedeflenen özel sektör kuruluşunun zora girmesini getirdi.
İşte bu yaşananları sağlıklı ve önyargısız ele almak gerekir.
Dolayıs ile bu ülkede, tasarruf tedbirlerini süreli ve bu ülkenin en geniş kesimlerinin desteği ile ele almayan, bunu da ekonomiyi geliştirme ve halkın alım gücünü korma bütünsel mantığı ile değerlendirmeyen modellerin hedeflediği sonuca gitmeyeceğini bu yaşanmışlık bize göstermektedir.
Bu yüzden Kıbrıs Türk halkı olarak; hem kaynakları, hemde tedbirleri geliştirme ve sorunları, yaşam ve demokratik standardı gözeterek ve Kıbrıs'ta çözüm perspektifi ile birlikte, devletin ve toplumun demokratik hukuk devleti temelinde yeniden düzenlenmesi olgusunu, bu bütünlük ile ele almazsak, bu çıkmazı yaşayacağımız artık kesindir..
Şimdi bu gelişmeler nedeni ile Türkiye'den bize, gelişme için ücretleri baskılama politikasını önerenlerin, seçim döneminde, orası için ücret artışı önermelerini, iri iri açılmış gözlerle izleyeceğiz.
Bunu da, "Ona varda, bana yok mu" hayıflanması ile uzaktan bakarak tepki içinde yaşayacağız..
Üstelik, TL kullandığımız ve ekonomi ile yaşam için pek şeyi dıştan ithal etmek zorunda kalan bir toplum olarak, ithalat için, döviz krizi ile birlikte, kendi toplumsal kaynağını bir nevi enflasyon vergisi olarak dışa daha fazla ödeyen ve kaynaklarını da bu nedenle daha da daraltan bir halk olarak, bunu izleyeceğiz.
Evet, Türkiye'de seçimler için ücret artışı önerilerini yapanlar, bize düşük ücret politikasının faydalarını artık anlatmasınlar.
Açık olan bir şey var. 1 Kasım seçimlerinde Türkiye'de seçimi hangi parti kaybederse etsin, tek kazanacak olan Asgari ücretliler olacaktır.
Artık bilinen ve öğretilenlerin dışında düşünmeye başlayalım.