tr

Kullanıcı blogları

Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sayın Müftüoğlu'nun açıklamasını dikkatli bir şekilde yorumlanmalı.


"SC-43, 22 Kasım 2016, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Hüseyin Müftüoğlu’nun Kıbrıs Konusunda İsviçre'de Yapılan Görüşmelere Dair Yöneltilen Bir Soruya Cevabı

Kıbrıs Türk tarafı ve Kıbrıs Rum tarafı arasında, BM gözetiminde 20-21 Kasım 2016 tarihlerinde İsviçre-Mont Pèlerin’de gerçekleştirilen yoğunlaştırılmış görüşmelerden Kıbrıs Türk tarafının tüm iyi niyetli çabalarına rağmen maalesef sonuç alınamamıştır. Sürecin bu kritik aşamasında çok değerli bir fırsatın kaçırılmış olduğunu düşünüyoruz.

Gelinen bu noktada, Kıbrıs Türk tarafıyla ayrıntılı bir durum değerlendirmesi yapılacaktır.

Garantörlerin de katılımıyla gerçekleştirilecek 5'li Konferansın tarihinin gecikmeksizin belirlenmesinde ve bu arada görüşmelerin devamında fayda görülmektedir.

Türkiye'nin Kıbrıs meselesine yaşayabilir bir çözüm bulunması yönündeki kararlılığı sürmektedir."
Ferdi S. Soyer Kas 22 '16
LAVROV, EİDE ve İSVİÇRE....<br />
İsviçre'deki liderler buluşması öncesi, "Kıbrıs Cumhuriyeti" Dışişleri Bakanı Sayın Kasulidis, Rusya Dışişleri Bakanı Sayın Lavrov ile görüştü.<br />
Bu görüşme sonrası, Sayın Lavrov'un; Kıbrıs sorununun çözüm süreci ile ilgili olarak bugüne kadar, ifade etmediği kesinlikteki sözleri basına yansıdı.<br />
Sayın Lavrov; " ABD ve BM Genel Sekreterinin Özel Temsilcisi Espan Bart Eide'nin Kıbrıs sorununa, Kıbrıs'taki herhangi bir tarafın kabul etmeyeceği bir çözüm için yapay takvimler dayatmasını kabul edilmez buluyoruz " dedi.<br />
Sayın Lavrov'un bu sözleri, Kıbrıs sorunun çözümü konusunda ABD ve Espan Barth Eide'yi, çözüm için kritik İsviçre buluşması öncesi, eleştiren ilk önemli açıklamadır.<br />
Ayrıca Sayın Lavrov; Kıbrıs sorununun çözümü konusunda, BM kararlarına bağlı olduğunu söyledikten sonra, önemli bir konuda daha kesin bir ifade kullandı.<br />
"Birleşik bir Kıbrıs Devletinin güvenliğinin nasıl sağlanabileceği konusu, Kıbrıs'taki taraflarca çözülmelidir" dedi.<br />
İsviçre Zirvesi öncesinde, 2016 yılının sonunun çözüm için çok önemli bir tarih olduğunu ve 2017 ortasında bir Referandum beklentisini dile getiren Kıbrıs Türk Tarafı ve Türkiye'dir. <br />
Ayrıca, Güvenlik ve Garantinin ele alınması içinde, 5'li Konferans üzerinde ağırlıkla duran da Kıbrıs Türk Tarafı ve Türkiye'dir. <br />
Yani, bunlar üzerinde ağırlıkla duran, ABD ve Espen Barh Eide değildir. Kıbrıs Türk Tarafı ve Türkiye'dir. <br />
Bu nedenle İsviçre öncesi Kıbrıs Türk Tarafı ve Türkiye, Sayın Lavrov'un bu açıklamalarını değerlendirmelidir. Rusya indinde diplomatik atak geliştirmelidir..<br />
Sayın Lavrov tarafından da yapay diye ifade edilen 2016 yılı sonunun çözüm hedefi olması ki bu yapay tanımlaması Kıbrıs Rum Tarafının görüşüdür, gerçekte yapay bir zaman dayatması değildir. Bu doğal bir Takvimdir....<br />
Çünkü Güneyde, 2018'de Cumhurbaşkanlığı seçimi var....<br />
Bu bakımdan Sayın Lavrov'un bu sözleri, doğal bu sınırlamayı göz ardı eden ve çözümü zamana oynayarak ötelemeye çalışan Kıbrıs Rum Tarafını rahatlatıcıdır.<br />
Gerçekte Kıbrıs Rum Tarafının bu tavrına, Federal çözüm olgusundan kurtulmayı amaçlayan Kuzeyin statükocuları da çok sevinmektedir...<br />
GÜVENLİK<br />
Ayrıca, Güvenlik ve Garantiler meselesinin ele alınması için 5'li bir Konferansın yapılmasını isteyen taraf da biziz. <br />
Ancak, Sayın Lavrov'un, Sayın Kasulides'le yaptığı görüşmeden sonra ifade ettiği, "Birleşik Kıbrıs Devletinin Güvenliğinin nasıl sağlanabileceği konusu , Kıbrıs'taki taraflarca çözülmelidir" vurgusu, özünde, 5'li Konferansa dönük ciddi bir isteksizliğin ve karşıtlığın ifadesidir..<br />
Yani, Sayın Kasulides, İsviçre zirvesi öncesi 5'li Konferans'ın oluşmaması ve çözüm arayışının ötelenmesi için Rusya'dan kendince destek aldı.<br />
Halbuki İsviçre buluşmasında Toprak meselesinin esaslı görüşülmesi için 5'li Konferans için bir tarih oluşmasını, Kıbrıs Türk Tarafı çok önemli saymaktadır. Bunu toprak meselesinin görüşülmesi için bir olgu olarak ortaya koymaktadır..<br />
Kıbrıs Rum Tarafı, bu 5'li Konferansın etkisizleşmesi için bunun önemli bir tarafı olacak olan Yunanistan'ı da buna karşıt hale getirmek için ulusal baskısını yaptı. Sayın Cipras'a dönük bu yönde yaptığı baskı çok açıktır.. <br />
Şimdi de İsviçre öncesi; BM Güvenlik Konseyinin Daimi üyesi olan Rusya'dan da bu isteksizliğinin temellenmesi için bu ifadenin de yansımasını sağladı..<br />
Kısacası, Kıbrıs Rum siyasi liderliği, oluşmasını engelleyemediği İsviçre buluşmasının 2016 sonuna kadar bir çözüm zeminine katkı sağlamaması için, daha gitmeden içini boşaltmaya çalışıyor.<br />
Ayrıca, BM Güvenlik Konseyinin sürecin tıkanması halinde bir tutum geliştirmemesi içinde, eski yola başvuruyor. Buda BM Güvenlik Konseyinin Daimi üyelerinden olan Rusya'nın, ABD ile gittikçe gerginleşen ilişkileri nedeni ile Güvenlik Konseyi'nden bir tavır gelişmemesini de Rusya'nın veto ağırlığı ile sağlamaya çalışıyor....<br />
TIPKI 2004 GİBİ..<br />
Yani Sayın Kasulidis'in bu adımı; tıpkı 2004 Refeferandum öncesi gibidir. O dönemde de "Kıbrıs Cumhuriyeti" Dışişleri Bakanı Sayın Yakovu, Moskova'yı ziyaret etmişti. Annan Planı ile ilgili olarak, bazı değişiklik girişimlerinin gündeme gelmesi halinde Rusya'nın bunları veto edeceği açıklamasını yapmasını başarmıştı! Çünkü Annan Planı, BM Çözüm Planı idi.<br />
Böylece, Rusya'nın bu açıklaması üzerine, dönemin Başkanı Sayın Papadopulos, Annan Planının öldürülmesi için, rahat rahat,"Hayır" kampanyası açma temelini iç siyaseti açısından güçlendirmişti.<br />
Şimdi İsviçre zirvesi öncesi de Sayın Anastasiadis, ne yazık ki 5'li Konferans olgusunu öldürmek ve 2016 sonu çözüm hedefinden kurtulmak için ayni yolu tutu.<br />
GERGİNLİKTEN YARARLANMA..<br />
Dün ve bugün bu oyunlarda bir şeyi kullanıyorlar. Bu da bölgemizde meydana gelen gelişmelerden ötürü Rusya ve ABD arasında oluşan gerginliklerdir.<br />
2004'te BM Güvenlik Konseyinin Beş Daimi üyesi arasında, Kıbrıs sorununun Federal temelde, Annan Planı zemininde çözülmesi için ciddi konsensus vardı. Ancak bu konsensus, Irak krizi nedeni ile sarsılmıştı..<br />
Günümüzde, İsviçre öncesinde, malesef bölgemiz ve dünyada, Rusya - ABD, NATO arasında çok ciddi bir gerilim artışı var.<br />
Suriye Ordusu Halep'teki yığınağını artırdı. ABD ve ortakları, Halep'in Suriye Ordusu tarafından alınması ihtimalinden çok huzursuz. Suriye yönetimini destekleyen Rusya ile ilişkileri bu nedenle çok gergin. <br />
Ayrıca Irak Ordusu, Musul saldırısını doruğa çıkarttı.<br />
Türkiye; Irak, Suriye sınırlarına , Silopi'ye askeri yığınak yaptı. İran olayları hassasiyetle izliyor ve Türkiye'ye dönük gerginlik içinde.<br />
Rusya, bölgeye Uçak gemisi ve füzelerle donanmış savaş gemileri yolladı. <br />
Rusya Federasyonu ise sivil ve asker 40 milyon kişinin katıldığı askeri tatbikat düzenledi. Bu denli büyük bir tatbikat, Rusya'nın kendine dönük ciddi endişeleri olduğunun göstergesidir. <br />
Yada bu, başta ABD olmak üzere Batılı güçlere," yalnız değilsiniz ha" mesajının yüksek sesle söylenmesidir. NATO ve ABD, Baltık Ülkeleri ve Polanya'ya askeri yığınak yapıyor. <br />
Türkiye'de ise, sınır ötesi askeri operasyonla birlikte, iç siyasi yaşamda da ciddi gerilim oluştu. Demokratik alanda akıl almaz pek çok gelişme yaşanıyor.<br />
Kısacası bölgede Rusya- ABD arasında gerilim artarken, bu bölgedeki ülkelerinin kendi aralarında ve iç siyasetlerinde de gerginlik artıyor...<br />
KAHRAMANLAR ve TEHLİKELİ DURUM..<br />
İsviçre buluşmasının başarısızlığı için Kuzeyin ve Güneyin statükocuları, Türkçe ve Yunanca dua ediyorlar. Ancak oynadıkları oyun çok tehlikeli.<br />
Evet, milliyetçi amaçlarınız için oynayın oyunlarınızı. İsviçre, başarısızlıkla sonuçlansın! <br />
Böylece siz Güneyin statükocuları! <br />
1964'te gasp ettiğiniz Kıbrıs Cumhuriyetini, Federal ilkelerde Kıbrıs Türkleri ile paylaşmama milliyetçi sözde zaferinize ulaşın!<br />
Kuzeydeki statükocular sizde... <br />
İsviçre buluşmasının başarısızlığa uğraması ile 1974'ten sonra elde edilen toprak ve mülklerin her karışını kurtardığınız mutluluğu ile sevinin!<br />
Ama, Rusya- ABD arasında derinleşen bu bölgesel çelişkiden yararlanıp, Federal çözümün çıkmazına oynayan Kuzeyin ve Güneyin statükocuları, bu yaptıklarınızda adayı ve bu Ortak Vatanı ateşe biraz daha iteceksiniz <br />
Bir kez daha yakacaksınız, hem iki toplumu, hemde Türkiye ile Yunanistan'ı.<br />
Sayın Anastasiadis; İsviçre buluşmasından Federal çözüm yönünde şimdi bir sonuç çıkmaması için yeniden, Sayın Papadopullos'un Rusya kartını zamanında kullanmasının benzerine oynadı.<br />
Böylece Sayın Anastasiadis, 2016 sonunda çözüm olgusunu sakatlamakla, 2018 Başkanlık seçimine Kahraman olarak girmeyi mi hesaplamaktadır?<br />
Onu da Papadopulos gibi Kahraman mı ilan edecekler? Papadopullos'un 2004'teki o kahramanlıktan sonra yaşadığını tarih yazdı. Seçimi kaybetti..Bu kez ise, daha sağcı ve radikal birinin seçilmesine, Sayın Anastasiadis kendisini yaralayarak, kendi yol döşüyor.<br />
Ama tarih bize bir şey öğretti. Bu adada sözde milliyetçi hedefler için tek taraflı kahramanlığa oynayanlar; ana dilleri ister Türkçe, isterse Yunanca olsun; hem Türkiye ve Yunanistan'ın zora girmesinin, hemde iki toplumun on yıllardır acı çekmesinin sebebi oldular.<br />
AYAK TOPUĞU ÜZERİNDE DURMAK..
İki Lider İsviçre'ye gidiyor. Sayın Akıncı ile Sayın Anastasiadis arasında başlayan görüşmelerde, iki liderin İsviçre'ye gidecek olması oldukça önemlidir.
Bu bizi ne umut rehavetine, nede umutsuzluğun karamsarlığına sokmamalı.
Bunun için İsviçre'ye gitme aşamasına gelinmesini öncelikle ele almak gerekir.
Bilindiği gibi 11 Şubat 2014 Belgesi, Kıbrıs sorununun çözümü için bir çerçeve ortaya koymuştu. Ama bunun yanısıra, Toplumlararası Görüşmelerin sürdürülmesi usulüne dönükte bir ilke de vaz etmişti.
Buna göre, tüm başlıklar masada olacak ve başlıklar birbiri ile bağlantılı olarak ele alınacaktı.
Yani, Yönetim ve Güç Paylaşımı başlığı görüşülürken, isterse bir taraf Mülkiyet Başlığını yada Mülkiyet Görüşülürken Toprağı veya bunların herhangi biri görüşülürken Güvenlik ve Garantiler Başlığının tartışılmasını da masaya taşıyabilirdi.
Böylece, Kıbrıs Türk Tarafının hassas olduğu Toprak ve Garantiler Başlıklarının en sona kalması görüşü, Ortak Belgedeki bu kurala göre oluşmayabilirdi.
İkinci olarak, Kıbrıs Türk Tarafının Toprak Başlığında hassas olduğu bir konunun da bunun yurt dışında görüşülmesi olduğu açıktı.
Bunların aşılması için, Sayın Anastasiadis'in ve Sayın Akıncı'nın kendi zorluklarına karşın bu gelişmeyi sağlamaları önemlidir ve takdir edilmesi gerekir.
Ancak bu gelişme, herşeyin sonuç alıcı bir noktaya gideceği ile ilgili çok iyimser duygular içine girilmesini getirmemelidir. Fakat bu adım, umutsuzluk olgusunun bir az daha azalmasına önemli katkı yapmaktadır. Fakat her şey bitmiş sayılamaz.
KRİTİK NOKTA
İsviçre buluşmasından çıkacak en önemli ve geleceği belirleyecek olan kritik nokta, bu görüşmeden, 5'li Konferansın tarihinin çıkıp çıkmayacağı meselesidir...
Nitekim daha gitmeden Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı'nın basın sözcüsü Sayın Barış Burcu açıkladı.
" İsviçre'de eğer, 5'li Konferansın tarihi şekillenmezse, Kıbrıs Türk Tarafı olarak Toprak konusunda ana ilkelerimizi konuşacağız " dedi. Yani somut oranlar veya harita üzerinde durmayacağız demek istedi.
Sayın Anastasiadis de İsviçre görüşmesi için daha gitmeden, geçen gün, "ilk defa Kıbrıs Türk Tarafının Haritasını göreceğiz" dedi.
Yani o da harita konusunun önceliği olduğuna vurgu yaptı. Ama 5'li Konferans konusuna değinmedi.
Yani bu görüşmeden, tarafların çıkartmak istediği sonuç bakımından da görünüşte fark var. Bunu aşmak için İsviçre buluşmasında iki lider ve ekipleri terleyecek.
Eğer bu görüşmeden, Toprak Başlığının görüşülmesi yanısıra, Garantilerin de ele alınacağı 5'li Konferans tarihi çıkarsa; çözüm için çok ama çok önemli bir gelişme ile yüz yüze geleceğimiz açıktır.
Yani, İsviçre görüşmesi geleceğin şekillenmesi bakımından önemli bir olaydır.
UÇURUMUN KENARI...
Eğer, İsviçre görüşmesinde çıkmaz olursa, iki tarafı da çok tehlikeli bir iç ve dış belirsizlik durumu beklemektedir.
Çünkü çıkmaz olursa, dünden farklı olarak her iki tarafta da Federal Çözüm karşıtlığı üzerine bina edilmiş olan aşırı eğilimler, kendilerine göre yeni bir zemin sağlamış olacaklardır.
Bu milliyetçi duyguların özellikle iki taraftaki merkez sağ partileri de sarmalına alacağı açıktır. Hatta, popülizmle malül kimi sol ve demokrat kesimlerin de bu sarmala girmesi kaçınılmazdır.
Bu bakımdan her iki tarafta da tehlikeli bir toplumsal psikolojinin gelişmesinin söz konusu olacağı açıktır.
Bunun da yalnız Kıbrıs konusu ile ilgili sonuçları olmayacaktır.
Çünkü, karşılıklı olarak, "düşmana karşı hararetli" olma atmosferinin gelişmesinin, ayni zamanda bu topraklarda, demokrasiye, özgürlüklere ve düşünceye dönük saldırganlık da ürettiğini yaşadık ve gördük.
Yani toplumların içi de karışacak....
Bu ise, günümüz bölge ve dünya konjüktüründe, felaket uçurumunun kenarında, yalnızca ayak topuğununun toprağa değdiği tehlikeli durma hali gibi olacaktır.
Çünkü yanı başımızda bir "dünya savaşı" sürüyor. Üstelikte ana aktörler ABD ve Rusya hem birbirleri ile hemde bağlaşıkları ile akşamdan sabaha farklı uzlaşma ve çatışmalar yaşamaktadırlar.
Türkiye'nin çok bilinmeyenli bir ateşin içinde olduğunu da hiç göz ardı etmemiz gerekir. Bir yandan NATO'da temel müttefiki olan ABD ile öte taraftan Rusya ile ve bölgenin kimi güçlü ülkeleriyle ciddi sıkıntıları ve yakıcı çelişkileri var.
Bu nedenle yapıcı ve kararlı duruşu soğukkanlı olarak devam ettirmek gerekiyor.
İsviçre'den bir kopuş değil, olumlu bir sonuç çıkması için yapıcı katkı üretmeye devam etmek gerekir.
AKIN ELEKTRİKCİ
İnsanlar yaşamları boyunca çalışır, çabalar, emek harcar. Bu çabaları kendileri, aileleri ve sonuçta daha genel bir çerçevede toplumları için iyi ve güzel şeyler katmak içindir.
İnsan, doğum ile ölüm arasındaki yaşam koridorunda iyi, eksik ve yanlış şeylerde yapar. Hatası, eksiği, yaptığı güzellikleri unutturamaz.
Ancak ne isterse olsun, sonuç itibarı ile başkasının canına kast eden, başkalarının maf olması gibi yanlışlıkları yapanlar da olur. Bunlarla ilgili ölüm olayından sonra düşünceler farklı olabilir.
Ama sonuç itibarı ile insanların büyük çoğunluğu, yaşam koridorundaki yürüyüşlerinde iyi, doğru, eksik ve yanlışları ile var olurlar.
Ancak kişinin en başta yakınları, ailesi ve yaşam süreci içinde birlikte oldukları ölüm denen olaydan acı duyar, sonra onu anar. Değerini unutmaz.
Fakat kişi, ayni zamanda toplumunun demokrasi, barış, özgürlük ve sosyal adalet mücadelesi içinde emek ve enerji harcayan, yani başkaları için de yaşayan biri ise, bu yanı da ailenin ötesinde bir başka değer bulur.
Özellikle saygı ve vefa duygularında büyük bir erozyon yaşandığı günümüzde, bu değerlere bağlılık ne kadar zor olsa da , bundan şaşmamak gerekir.
Günlük siyasi çıkarlar veya ihtiraslar için insanların emeklerinin hiçleştirildiği. Siyasi ihtiyaçlar uğruna insanların unutulmaya veya unutturulmaya çalışıldığını görüyoruz.
Bunun için toplumun demokrasi mücadelesinde emek harcayan insanlar hakkında, onları tanınmaz hale döndürmeye çalışan, itibar infazları, yazılı,sözlü dedikodu veya başka tür metotlarla iş yapmak marifet sayılıyor...
Günlük siyasi çıkarlar adına bu yapılanlar özünde insanları, insanlıktan uzaklaştırır, manevi değerlerden kaçırır.
Hele demokrasi barış ve insanlık mücadelesi gibi süreklilik içeren bu alanda, gelenekten ve üretilen akıl birikiminden kopuş tek bir şeye yol açar. Karanlık güçlerin etkisini artırmasına.
Yani mücadelenin gerçeği, eğer, hümanist, manevi değerlerle bütünleşmezse, ruhsuz ve mekanik bir hale döner. Mücadelenin sürmesi için temel alınması gereken halk ile bütünleşme gelişmez. Dumura uğrar.
Bunun için ne isterse olsun, demokrasi ve barış mücadelesinde insanların emeğini unutmamak gerekir.
O insan için görüşünüz ne isterse olsun, belli bir dönemde görüşleriniz arasında farklılık da gelişse, bu uğurda verdiği özverili mücadeleyi hiç ama hiç unutmamak gerekir. Saygıyı eksiltmemek esas olmalıdır..
AKIN
Akın ( Kemal) Elektrikci, barış, demokrasi ve özgürlük yolunda emeğin mücadelesi yolunda yılmadan yürüyenlerdendi.
Günümüzde pek çok alanda ulaştığımız güzel birikimlerde emeği olan bir insanımızdı. Ani ölümünden ötürü bu üzücü kayıp bize acı verdi.
Bunca çabasından sonra onun hakkında kısa dahi olsa bir yazı yazmak görevdir diye düşünüyorum.
Vefa'nın eksildiği dönemlerde bu gerektir.
Çünkü artık emeğe değer vermeyen, günümüzde ulaşılan zemini gökten inmiş gibi gören anlayışlara yönelik direnmek gerekir.
Akın Elektrikci dostu kaybettik.
Yeni Düzen Gazetesi, Akın'ın kaybını, "Yeni Düzen'nin kurucularından Akın'ı kaybettik"olarak ifade etti.
Doğru ve yerinde bir ifade .
Ancak vefa ve saygının gündemde olmadığı günümüzde, Akın Elektirikci hakkında yazılacak başka şeyler de olmalı...
Bence Akın için, yalnızca "Yeni Düzen'nin kurucularından" ifadesi yetmez. Akın Elektrikci'nin bu ülkenin barış ve demokrasi mücadelesine özveri ile yaptığı katkıları da anlatmak gerekir.
Üstelik bu katkılar bu yazı ile de sınırlanamaz.
Akın, Türkiye'de eğitimini tamamladıktan sonra Kıbrıs'a geldiğinde bir öğretmen olmayı yeğlemedi.
O, CTP' nin üyesi oldu. 1970 sonrası o zor koşullarda bu tercihi yaptı. Mağusa'da partinin aktif üyesi oldu. Rahmetli Kadri Balıkçı, Ramiz Gökce, Rezvan Konti, Salih Konti, Kamil Dayı ve diğer hayatını kaybeden arkadaşlar ile bu bölgede partinin etkin olması için canını dişine taktı.
Ergin Abdullah( İlktaç), Alper İnce, Aydın Aydınlık,Saldıray Fenercioğlu ve diğer arkadaşlarla o zor koşullarda partinin var olması için resmen hayatını ortaya koyanlardandı.
Onda ayrıca müthiş yetenekler vardı. Baskı ve benzeri işlerde çok mahirdi. İşte o atmosferde 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde parti, Rahmetli Ahmet Mithat Berberoğlu'nu aday gösterince kollar sıvanmıştı.
Para, kaynak ne arardı.
Akın, Lefkoşa'da Arapahmet Mahallesinde eski bir evde, bir eski "konakta", viraneler içinde bir "matbaa "kurdu.
İpek baskı ile partinin tüm afişlerinin elde baskısını örgütledi. Elde, ipek baskı ile şaka gibi gelir çoğuna, tüm ada için seçim afişleri hazırlanması.
Ama Akın'ın yaratıcılığında, pek çok arkadaşın katkısı ile bu yapıldı. Tüm ada, Karpaz'dan Baf'a kadar, burada, ipek baskı ile yapılan seçim afişleri ile donandı. Bu üzerimizdeki inanılmaz baskılara karşın yapıldı.
Orada boya kokusu burnunuzun direğini kırardı. Ama bu örgütlenme Akın'ın gayreti ve yaratıcılığı ile başarıldı.
Üstelik kağıtları da sağa sola giderek, atıl pek çok şeyi bularak temin eder. Bisikletin üstüne koyarak giyotin bulmaya gider, kestirirdi.
Sonra ipek baskıyı hazırlar, bizim gibi acemilere göstererek, sabahlara kadar baskıyı yapardık.
Tembihlerini yapar, sabahleyin de işe giderdi. İşin kesintisiz sürmesini sağlardı.
Çok titizdi.
Bir küçük leke, bir küçük kusur buldu mu başlardı söylenmeye.
"Nerden buldunuz bu hakkı da harcandı o kağıt. Bu küçük küçük aidatlarından gelen ve insanların evindeki ekmekten kesip bize verdiklerinden buluyoruz, bu nasıl hovardalık,sorumsuzluk" diye söylenir, dururdu.
İşler zamanında ve hatasız yapılmalıydı. Ama bu titizliği kadar sevecenliği ve öyle güzel bir gülüşü vardı ki anlatılmaz.
Üstelik pek çok konuyu tartışmaya açar ve konu hakkında da güzel konuşmaların olmasını teşvik ederdi.
Bu yaptıkları yetmez. Partide o günlerde bizim için servet olan teksir makinesi ile şahaneler de yaratırdı.
Ne güzel başlıklarda bildiriler yayınlanırdı. Bunları çizer, hazırlardı. Teksir makinesinin bakımını göz bebeği gibi yapardı.
O teksir makinesini korumak için neler neler yaşanmadı.
Berberoğlu adaylıktan çekilince, partinin etrafı polis ve asker kuşatması altındayken onu partiden kaçırma operasyonu çok başarılı olmuştu. O gün rahmetli Hüseyin Paşa'yı, Mehmet Civa'yı, İlker Kılıcı, Hasan Harman'ı, Şefik Rifat'ı, Naci Talat'ı hiç unutamam.
Akın, teksir makinesinin sağ selamet partiden kaçırılıp,Emniyetli bir yere götürülmesine çocuklar gibi sevinmişti.
Akın, bazen takılırdı Naci'ye.
"Dur otur, iki parmakla daktiloda uzun uzun yaz. E sonra ne olacak. Hade koş dur". Naci de ona "söylenme be Akın derdi". Ne muhabbetti onlar.
Sonra ya pastırma, ya başka bir şey eşliğinde kafaya çekilen konyaklar ve siyasi felsefi ve teknik konularda yapılan sohbetler, konuşmalar.
Bütün bunlarda Akın'ın ışıl ışıl yanan mavi gözlerini hiç unutmam. O güzel kahkasını duymak için onu kışkırtırdım.
Akın,yalnız bunlarla anılamaz.
Evet, Yeni Düzen'in kurucularından.
Ama ayni zamanda söz ve anlatım özgürlüğü, basın özgürlüğü için verilen mücadenin de yılmadan ağır bedelini ödeyen arkadaşımızdı.
Bu gün övünülen basın özgürlüğü sürecinde bu ilke uğruna hapis yatmış bir arkadaşımız. Bu yüzdende bu güne kadar ne övündü, ne de bundan ötürü birinden madalya bekledi.
Ama bu unutulursa, o zaman vefa ve saygıdan eser kalmaz.
CB Muavinliği seçimlerinden sonra yapılan baskılar ve faşist uygulamalara karşı mücadele gündemdeydi.
Yerel basında tek kelam etmek mümkün değildi.İki ana gazete Halkın Sesi ve Bozkurt'ta bu konuda tek kelam yoktu.
Bu yüzden bu baskılar Türkiye basınına iletildi. Barış ve Cumhuriyet Gazetelerinde haber ve yorumlar çıktı. Bunlar çıkınca bir başka konuyu yaşadık.
O dönemde; Bayraktarlık, Elçilk, Yönetim üçlüsüne BEY Faşizmi derdik. BEY Faşizmi bu baskıları yansıtan Türkiye gazetelerine el koydu. Bunların dağıtımını engelledi.
İşte bunun üzerine bu haber ve yorumlar, o teksir makinesinde hazırlanan, CTP Bülteninde yayınlandı.
Bunun yayına hazırlanmasını Akın yapmıştı. Zar zor bulunan top top teksir kağıtları ile o bülten hazırlandı.
Bunlar ertesi gün adada, her tarafa dağıtıldı.Yer yerinden oynadı. Arkasından Ahmet Mithat Berberoğlu,Naci Talat, Akın Elektrikci, Aydın Aydınlık ve diğer arkadaşlar tutuklandı.
Ne diye tutuklandılar?
"Mühsidane yayın yapmak ve devleti yıkmak maksadı ile bölücü yayın yapmak" iddiası ile tutuklandılar.
Bu davayı da hangi maddeye dayandırdırdılar bilirmisiniz? Akıllara seza.
"İngiliz Kraliçesine ve Kraliyet ailesine hakaret" suçlamasına dayandırdılar.
Bu madde çerçevesinde Ahmet Mithat Berberoğlu ile Naci Talat'a o gün için önemli olan miktarda para cezası, Akın ile Aydın'a hapis cezası kestiler.
Akın ve Aydın boyun eğmedi, teksir makinemizde bastıklarını kabul etmediler. Çünkü ona da el koyacaklardı.
Akın ve Aydın basın özgürlüğü için aylarca hapis yattılar. Ama boyun eğmediler.
İşte Akın'ın Yeni Düzenden evvel bu toplumda basın özgürlüğü uğruna verdiği büyük mücadeledeki bu emeğini de yazmak istedim. Unutulmasın diye...Okuyan kim olursa olsun, akıllarda kalsın diye..
Evet, 1974 sonrası Yeni Düzen'in yaratılmasının temeli buradadır. Ya söz ve anlatım, basın özgürlüğü için adım atılacak, ya da karanlıklar içinde boğulacaktık.
Bunun için Yeni Düzen'in yaşama geçmesine karar verildi.
Bunun için yapılan dayanışma ve özveri bir başka yazı konusu. Ama rahmetli Salih Konti ile Rezvan Usta'yı olsun yazayım. Onların koyunlarının parasını dahi bu amaçla bağışlamaları nasıl unutulur?
İşte Yeni Düzen, Özker Yaşın'ın matbaası kiralanarak böyle bir temelin üzerinden yaşama geçti.
Akın'ın teknik yönetiminde Zihni Uysal, Salih Usar, Arif Kavrar eğitimlerinin dışında ve onu bir yere koyarak bu işe girdiler.
Kurşun dökme ile eskimiş teknoloji ile Yeni Düzen yayın hayatına girdi.
Bu bakımdan Akın'ın bu ülkenin basın ve düşünce özgürlüğünün gelişmesinde yaptığı katkıyı kimse unutamaz.
Üstelik böyle bir özveri ile yola çıkan Yeni Düzen basın ve gazetecilik alanında da bir nevi okul oldu. Pek çok değerin basın alanında yer almasını sağlayan önemli bir başka görevi yerine getirdi...
Daha sonra Akın, bu alanda binbir zorluk içinde bu işin gelişmesi için tüm gayretini ve emeğini esirgemedi.
Yeni makinelerin alınması, bu kurumun yaşayıp gelişmesi için elinden geleni esirgemedi.
Kıbrıs'ta Federal Çözüme, Barış, Demokrasi ve emeğin mücadelesine hiç sırtını dönmedi. İnancını yitirmedi.
Cenazesinde gözleri yaşla dolu Sevgilli eşi Aysel'i gördüm. O ve çoçukları asla bu değerlere bağlılıklarını ve ona desteklerini eksiltmediler..
En zor anları ve zamanları kimseye minnet duymadan ve hiç bir zaman şikayet etmeden gögüslediler. Gün oldu kendi yağları ile ciğerlerini kavurdular, ama hiç bir zaman "minnetle Gül koklamadılar", diken tarlalarından acıyı göstermeden, gülerek geçtiler.
Değerli mücadele yoldaşım Akın, o ışıltılı mavi gözlerini hiç unutmayacağım.
Evet, yaşam sona erdi. O ışıltılı gözler, sonsuz uyku ile kapandı. Ama sen, o gözlerinden yansıyan ışıltılar gibi artık, ışıltı oldun. Sen artık aydınlığın, sevginin ve barışın o güzel ve hiç bitmeyecek ışığına eklenen bir ışıltısın. Seni unutmayacağım. Kalbimizde yaşayacaksın. Ailesinin, tüm mücadele arkadaşlarının ve toplumun başı sağ olsun. Hoşça kal, ışık olan ışıltılı dost.,.
Ferdi S. Soyer Eki 28 '16
New York Zirvesi, Değerlendirme...

( Federal Çözümü hedefleyen bir insan olarak, kendi sorumluluğum çerçevesinde bir değerlendirme yapmayı gerekli gördüm. Bunu okuyanlarla paylaşmak istedim).

New York'ta yapılan zirve ile ilgili olarak iki tarafta da siyasi meşrebine göre değerlendirme yapılıyor..
Bu nedenle, New York Zirvesini öncelikle, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Danışmanı Sayın Espen Bart Eide'nin, Havadis Gazetesinde Esra Aygın'la yaptığı röportaj da söyledikleri ile ele almak isterim.
Çünkü, Sayın Eide'nin ifade ettiği pek çok husus, daha evvel bu sayfada Liderlerin Ortak Basın Açıklamalarına dönük ele aldığım değerlendirmede ifade ettiklerim ile öz itibarı ile uyum göstermektedir.
Bu görüşme süreçlerinde yer alan ve Kıbrıs'ın her iki tarafındaki eğilimleri de bir bürokrat olarak değil, ama eski etkili bir siyasetçi gözü ve deneyimi ile de tesbit etme özelliğine sahip olan Sayın Eide'nin tesbitleri, orada yaşananlarla ilgili olarak ciddi mesajlar vermektedir.

EBEDİ ENGELLER...
Ancak açıklamasındaki şu vurgusunu öncelikle ele almak isterim.
"Arkadaşlarım Mustafa ve Nikos her iki toplumda da çözümden kaçınmak için adete üzerinde titrenilen ebedi engelleri ortadan kaldırmak için, gerçekten ellerinden geleni yapmaktadırlar"
Evet, bu tesbit doğrudur.
Bir kere Annan Planı ile başlayan süreçte Kuzeyde, bu "ebedi" engellerin yol açtığı tabular çok sorgulanmıştı. Kıbrıs Türk halkı bunları sarsmıştı.
Ancak Güneyde bu o dönem başarılamamış, hatta sınır kapılarının tek yanlı açılması gibi çok önemli bir adıma dönük olarak dahi Güneyde, siyaset tutuk kalmayı bir yere bırakın, buna bile tepki duymuştu. Yani "ebedi" tabuların arkasına saklanmak tercih edilmişti.
Sonra bunları halkın gayreti geliştirdi ve açtı. Ancak gerçek olan şu oldu. Kuzeyde halk enerjisinin yol açtığı eski tabuların sorgulanmasına, Güneyden cevap gelmemişti.
Şimdi bu noktada bir gerçektir, Sayın Eide'nin dile getirdiği.
Sayın Akıncı ile Sayın Anastasiadis yaptıkları görüşmelerde pek çok tabunun sarsılmasına yol açan gelişmeler sağladılar.
Bunlardan yalnız ikisi üzerinde duracağım.
Örneğin Mülkiyette Sayın Anastasiadis'in konunun Komisyonlarda ele alınmasını prensip olarak kabulü, bu alanda Güneyde siyaseti esir alan bir tabunun sarsılmasına neden oldu.
Sayın Akıncı'nın Garantiler Konusunun yeni şartlarda ele alınabileceği şeklindeki yaklaşımı da Kuzeyde, tokunulmaz sayılan bir tabunun tartışılmasını getirdi.
Burada hakkını yememek lazımdır.
TC Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun da bu "ebedi" tabunun tartışılması meselesine yaptığı katkı çok önemlidir.
İşte bu nedenle Sayın Eide'nin yaptığı bu tesbit doğrudur.
Bu röportajda bu "ebedi tabuların" ele alınmasının yol açtığı gelişmelere bağlı yaptığı diğer değerlendirme de çok önemlidir.
Sayın Eide şöyle diyor:
"Yükselen sesleri, her iki taraftan çözüm karşıtlarının nasıl bir
araya gelip, birbirlerinin en büyük destekçisi haline geldiklerini görüyorum."
Evet, doğru söze ne denir?
Bu gerçeği çok uzun zamandır dile getiriyoruz.
Ancak bakın, New York zirvesi sonrası ayni birliktenlik Türkçe ve Elence devam ediyor.
Her iki tarafta bunların verdiği mesaj ayni.
" New York'tan bir şey çıkmadı."
Yani artık çözüm devinimi konusunda ümit beslemeyin. Böylece toplumların çözüm dinamiğinin içini boşaltmayı amaçlıyorlar.
Ancak bunun ne olduğunu da değerlendirmek gerekir.
Daha evvel, 14 Eylül'de İki Liderin yaptığı Ortak Basın Açıklamasını değerlendirdiğim bu sayfadaki yazıda da buna işaret etmiştim.
O açıklamaya bakarak, "müzakere süreci sonlandı, şimdi barış süreci başlayacak " ümitvar yaklaşımının doğru olmadığını, ayni şekilde o ortak açıklamayı, "içi boş metin " diye tanımlayanların, yada "anlaşamadıklarını duyurdular " gibi yaklaşım ve değerlendirmelerin doğru olmadığını yazmıştım.
Ayni anlayış yine devam ediyor.
Şimdi New York Zirvesinden sonra Sayın Eide'nin, Esra Aygın ile yaptığı röportajda ifade ettiği bir noktanın üzerinden bu buluşmanın içeriğini değerlendirmek istiyorum.
Çünkü, New York'tan göşme içeriğine dönük daha fazla kapsamlı olgular ifade eden bir açıklama gelmemesini, Sayın Eide, Röpertajında, şu çarpıcı gerçekle ifade ediyor.
Sayın Eide:
" İki Taraf arasında büyük bir siyasi kültür farkı var. Bir taraf daha fazla şey söylemek isterken diğeri daha az şey söylemek istiyor. Aslında Prensipte tamamıyle ayni şeyi düşünüyorlar.
Kıbrıs Rum Tarafı bu işi bir kaç haftada bitirip buraya dönmek gerektiğini bilese de 'BM baskı yaptı veya yapay takvim var' izlenimi vermemek için bunu ifade edilmesini istemiyor.
Kıbrıs Türk Tarafı siyasi Kültürü açısından ise format ve tarihler çok önemlidir. Ben olanların sorunu aşmasına yardım etmeliyim.
Eğer format ve tarihlerde ısrar, sorunun aşılmasını zorlaştıracaksa, bunu iletişimin odak noktası haline getirmem" diyor.
Ama arkasından da bir başka konuya değiniyor.
Onu da bunu değerlendirtikten sonra ele alacağım.
Ama önce,' New York'tan kapsamlı açıklama çıkmadı ' yorumlarını bu ifade edilen gerçeğe bağlı değerlendirmek isterim.
Sayın Eide açıkça, iki taraf arasındaki "siyasi Kültür farkını dile getirdi".
Güney ve Kuzey arasında olan bu fark önemlidir.
Nedenleri var. Ama bunun nedenleri yerine bu gerçeğe odaklanmak lazım...
Sayın Eide'nin," İki tarafın Prensipte ayni şeyi düşündükleri" ifadesi, yabana atılacak söz değildir.
Ancak Güneyin kapsamlı açıklama yapılmamasına dönük bizce yanlış olsa dahi sıkıntısı açık.
Bunu Syn Eide ortaya koydu.
İşte bu noktada, Sayın Eide'nin format ve tarihlerde ısrar etmenin " sorunun aşılmasını zorlaştıracaksa, bunu iletişimin odak noktası yapmam" ifadesi çok önemli doğru ve yapıcı bir metot olduğunu öncelikle yazmak isterim.
İşte bu noktada Sayın Akıncı'yı da kutlamak gerekir.
Bunun Zorluğuna ve iç siyaset açısından taşıdığı risklere karşın, bu konuda ayak direten olmaması olumludur. Çünkü bunun süreci tıkayacağını biliyor.
Bu yüzden şimdi New York sonrası, sanki de çok istekli imişler gibi, Federal çözüme şaşı bakanların hep bir ağızdan; "New York'tan doyurucu açıklama gelmedi. Bu artık hiç bir şey olmadığının göstergesidir" diye haykırmalarına kapılmamak gerekir.
İşin püf noktası burasıdır.
Çünkü bu konuda ısrar, sonuç itibarı ile Sayın Eide'nin söylediğini getirir, bu sürecin tamamen çökmesine yol açar.
Bu nedenle New York sonrası gerçekten çözüm isteyenlerin bu konuda yaratılan algı nedeni ile hep bir ağızdan "New York'tan somut bir şey çıkmadı, onun için umut yok haykırışlarına kapılarak, moral bozuklu ile çözüm için, "başka bahara demeleri" çok yanlıştır.
Bu herşeyden evvel Görüşmeci Sayın Akıncı'nın durumunu ve ağırlığını Toplum içinde sarsar.
Nitekim Sayın Akıncı, zirve sonrası, Temsilcilikte düzenlediği basın toplantısın da bence bu konudaki baskıları bilerek buna açıklamasında özel bir yer vermekle de içinde bulunduğu ruh durumunu açığa verdi.
Bu bence yanlıştır.
Sayın Akıncı,"daha çok şey söylenebilinirdi, ancak Rum Tarafının hassasiyetleri nedeni ile daha kapsamlı açıklama yapılamadı" mealinde bunun izahını yapmak durumuna girdi.
İşte Kuzeyde Federal Çözümden yana olanların çok dikkat etmesi gereken konu budur.
New York sonrası neden kapsamlı açıklama yapılamadığı ile ilgili olarak Sayın Eide'nin ifade ettiği bu olgu, kabul etmesek dahi bir gerçektir.
Ancak bu gerçeğe karşın onun ifadesi ile "iki liderin Prensipte aslında ayni şeyi düşünüyorlar " ifadesinde de yansıdığı gibi çözüm gerçeğinin önüne bu geçmemelidir.
Yani bu Güneyin bizce yanlış olan gerçeğine bağlı olarak, format ve açıklama üzerinde ısrar, sürecin özünde, "Prensibte ayni düşünen liderlerin" çözüm dinamiğine dönük oluşan prensip buluşmasına zarar verir. Bu nedenle bunda ısrar yanlıştır.
Bu bakımdan, Kuzeyde, Federal Çözüm isteyenlerin şimdi, bu gerçek nedeni ile New York'tan kapsamlı açıklama çıkmadı diye bu buluşmayı değersiz gösterme eğilimine kapılmaları yanlıştır ve sürece zarar verir...
Bu bakımdan Sayın Akıncı da bu gerçeğe boynu bükük bir yaklaşım içinde olmamalıdır.
Peki bu tamamıyle Kıbrıs Türk Tarafının zaafiyeti veya acizliği diye algılanabilir mi?
Yani bu Türk Tarafının bir geri çekilmesi ve muhatabına avantaj sağlaması mı?
Bakın Sayın Eide bunları ifade ettikten sonra çok başka önemli bir şey daha söylüyor.
Sayın Eide:
" Diğer taraftan- ki bunu söyleyen ilk kişi bendim ve son zamanlarda da çok açık şekilde ortaya koyuyorum- açık uçlu süreçler bizi bir yer götürmez. Bu nedenle iki taraf arasındaki fark- ÖNÜMÜZDEKİ AYLARDA NE OLCAĞINA DAİR BİR ANLAŞMAZLIK DEĞİL, BUNUNLA İLGİLİ NE SÖYLENEBİLECEĞİ İLE İLGİLİ BIR FARKTIR. YANİ SÖYLEMDEKİ NÜANS FARKIDIR"
İşte bu ifadeler bence bu endişeyi giderir ve çok önemlidir.
Bu ifadeden öncelikle o sorduğumuz, yani Güneyin açıklamanın kapsamlı olmamasına dönük tavrı nedeni ile bu konuda gösterilecek olan yapıcı suskunluğun, yada başka ifade biçimi ile ısrar etmemenin sonuç, itibarı ile Kıbrıs Türk Tarafının aleyhine mi olacağı sorusuna burada çok açık bir cevap olduğu nettir.
Ancak bunu yorumlamadan şunu da yazayım.
Sayın Eide'nin, "ucu açık bir süreç bizi çözüme götürmez " sözü; doğrudur,
Kıbrıs Türk tarafından ayrı, bunu ilk kez ifade eden bir BM Yetkilisi oldu. Bu nedenle Güneyden görmediği hakaret kalmamıştı. Onu şeytan haline döndürmeye çalışmışlardı.
İşte bu ifade de açıkça bu soruna dönük Sayın Eide'nin, "ucu açık olan bir sürecin bizi çözüme götüremeyeceği" gerçeğini ifade etmesi çok önemlidir.
Bu da Güneyin endişelerine karşın, Kuzeyin endişelerinin de ele alındığının açık bir ifadesidir.
Dolayısı ile de hem takvim, hemde kapsamlı açıklama yapılmamasına dönük başlatılan ve çoğunun da kapıldığı bu moral kırıklığı doğru değildir.
Burada Sayın Akıncı'yı bu temelde sıkıştırmak,bilin ki sürecin çökmesini arzulayanlara destek olur.
Üstelik Sayın Eide'nin sözlerinde var olan ve önümüzdeki aylarda, iki taraf arasında bu konuda var olan farkın, bir anlaşmazlık değil, ama bununla ilgili ne söylenebileceğine dair bir nüans farkı olduğu ifadesinin, Federal Çözümü arzulayan Türkçe ve Elence Konuşan Herkesin temel alması gereken açıklanmış bir gerçek olduğunun da bilinmesi gerekir.
Yani, New York Zirvesinde kapsamlı bir açıklama, iki lider tarafından yapılmadı, ama esasın olumlu olduğuna dair ciddi mesajı Sayın Eide verdi.
Bu nedenle bu buluşma önemli bir zemin sağladı.
Sürece ciddi bir başka hormon iğnesi verdi.
Üstelik, Sayın Eide New York Zirvesinden sonra, Aslı Aygın'la yapılan röportajında şunu ifade ediyor...
"Toplantıdan çıkan bir diğer sonuç şu: Yönetim ve Güç Paylaşımı, Mülkiyet, AB ve Ekonomi Başlıklarının- tek bir konu dışında - kısa sürede çözüleceğine inanıyorum"
Bu çok açık olarak iki liderin, Ortak Açıklama yapmamasına karşın, ne olduğuna ve bu başlıklarda olumlu gelişme olduğuna yönelik en ciddi açıklamadır.
Ayrıca Sayın Eide'nin, Zirve sonrasında içeride ne olduğuna, ya da yaşandığına dönük olarak:
"İki lider üzerinde henüz antlaşmaya varılmamış konuların çok büyük sayıda olmadığı konusunda hem fikir. Aslında, geriye kalan, stratejik önemdeki bir kaç siyasi konu. Bunların sayısının tek haneli olduğunu söyleyebilirim- ki bu azami 9 demek!
Güvenlik Garantiler ve Toprak bunlardan ikisi"
İşte bu sözler, kanıma göre,sürecin olumlu yanlarını, iki liderin ortak açıklama yapmamasına karşın, yeterince yansıtan ifadelerdir.
İşte bu bakımdan tıpkı, 14 Eylül Ortak Açıklaması gibi, bu Zirve, ne süreci tamamiyle başarı ile noktaladı, ne içi boş, nede anlaşılamadığının teyididir.
Ama Bu Zirve, süreçteki olumlu noktaların evrensel zeminde yansımasını sağladı.
Bu gelecek için önemlidir.
Ayrıca bu Zirve, Ekim'de başlayacak olan Yoğunlaştırlmış görüşme sürecine temel sağladı.
Ayrıca ilan edilmeden, 2016 yılının sonunun, resmi olmasa bile, çözüm konusunda bir takvim olarak anlaşılmasına yol açtı.
Buna bağlı olarak bu Zirve, Ekimdeki Yoğunlaştırılmış görüşmelerle ulaşılan sonuçların, yanısıra yakınlaşılamayan konuların ele alınabileceği, diğer bir üçlü zirve olasılığını da üretti.
Bu ikisi ve 2016 yılı sonu hedefi ile birlikte; 5'li Konferansın olabilmesine dönük ışığın bir mum yerine, bir kaç mum ışığı ile daha da aydınlanıp, bunun mümkün olabilme yoluna ışık katkısı yaptı.
Bu nedenle şimdi Güney ve Kuzeyde özellikle ilan edilmeden, 2016 yılı sonunun, çözüm çerçevesinin oluşmasının hedef tarihi olduğunun, evrensel zeminde de yansıması nedeni ile Federal Çözüm karşıtlarının artık Kuzey ve Güneyde önemli kargaşa yaratılabilmesine dönükte çabaya, bir temel sağladığını da bilerek, buna hazırlıklı olmamız gerekir.
Bunun için Ekim ayına dönük, Yoğunlaştırılmış görüşmelere hazır olmak gerekir.
Bakın göreceksiniz, Sayın Akıncı'nın New York dönüşü sonrasında önce Meclis'te çok önemli bir siyasi tartışma yaşanacak.
Sürece dönük Hükümet ve onun destekçileri bir kuşku ve belirsizlik yaratma oyununa girecek.
Güneyde de Kuzeydeki bu kesimleri besleyecek, çıkış ve değerlendirmeler oyunu oynanacak.
Yani, Yıl sonun kadar iki tarafın çözüm karşıtları, can havli ile birbirlerini besleyecek tavırlar geliştirecekler.
İşte bu dönemde bize düşen, sürecin sıkıntılarını bilerek, iki lidere de yardımcı olacak atmosferi sağlamak ve beslemek olacaktır. Bunun İçin Ekim sürecine ortak paydaların gelişmesi için katkı sağlamak gerekir.
Ayni zamanda Türkiye kamuoyunun da çözüme desteğini artırmak için, dikkatli ve yapıcı dille ve anlayışlarla davranarak, sürecin gelişmesi ve yıl sonu, çerçevenin ortaya çıkmasına dönük katkı sağlamak gerekir.
Yani önümüzdeki dönemde, düşünmek, tartışmak, üretmek ve bunları halkla bütünleştirmek için gayret içinde olmamız gerekir.
Ama üzülüyorum. Çünkü TDP kendi iç sorunları ile, CTP Kurultay süreci ile de uğraşacak. Bunları kırıp dökmeden, akıl ve sorumluluk dolu yaklaşımlarla geçirmek esas olmalıdır.
Çünkü kim ne isterse desin, New York zirvesi çözüm olasılığının 2016 yılı sonuna dönük hedeflenmesine evrensel zemin sağladı. Şimdi 5'li Konferansın gelişmesini sağlayacak zemini sağlamlaştırmak ve yolu aşmak görevi önümüzdedir.
Ferdi S. Soyer Eyl 26 '16
LİDERLER ORTAK AÇIKLAMASINA DÖNÜK DEĞERLENDiRME


İki liderin gerçekleştirdiği son 8 yoğunlaştırılmış toplantı sonunda bir Ortak Açıklama yapıldı.
Bu Ortak Açıklama ile birlikte liderler, 25 Eylül'de New York'ta BM Genel Sekreteri ile birlikte bir Zirve Toplantısı yapma kararlarını da açıkladılar.
16 aydır süren ve sekiz yoğunlaştırılmış toplantı ile devam eden bu sürecin sonunda yapılan ve Sayın Eide'nin sunduğu bu Ortak Açıklamayı dikkatli bir şekilde değerlendirmek gerekir.
Kısa olan bu Ortak Açıklamayı bazısı, " içi boş" diye değerlendirdi.
Bazısı ise bu Ortak Açıklamayı, "müzakerelerin başarı ile bittiğinin ilanı" olarak değerlendirdi.
Bazıları da "anlaşamadıklarının ilanı " olarak yorumladı.
Bu bakımdan bu durumu değerlendirmekte fayda vardır.
Bir kere kısa olan bu açıklama oldukça mahir diplomatik bir dille yazıldı.
Üstelik ortak açıklamanın yapıldığı bu basın buluşmasına iki Kıbrıslı Lider," Güneş Gözlükleri" ile katıldılar.
Bilindiği gibi güneş gözlüğü takan biri ile konuştuğunuzda, onun duygularını gözlerinden okuyamazsınız.
Onun konu hakkındaki duygularını, söylediklerinden, sesinden ve vücut dilinden çıkartmaya çalışırsınız.
Bu yüzden Ortak Açıklamayı okuyan ve gözlüğü karartmalı olmayan Sayın Eide'nin sağ ve solunda yer alan Kıbrıslı Liderlerin, güneş gözlüğü takmaları nedeni ile duygularını gözlerinden okuyamadık.
Bunun gibi Ortak Açıklama da görüşmelerde oluşan durumu detay olarak vermediği için, ama usta bir diplomatik dille mesaj verdiğinden ötürü onun "duygusunu" mesajını ve havasını da yazıda belirtilenlerden yorumlamaya çalışmak durumundayız.
Bunun için Ortak Açıklamada verilen mesajları paragraf paragraf değerlendirmeye çalışacağız.

KLASİK İFADE Mİ?
1. "İki lider 11 Şubat 2014 Ortak Açıklamasında tarif edilen kapsamlı çözüme bağlılıklarını teyid ettiler."

Liderlerin, 11 Şubat 2014 Ortak Açıklamasına bağlılıklarını teyidi ve bunu birlikte ifade etmelerini, Klasik bir tutumun tekrarı olarak yorumlayabilirsiniz.
Ama 16 aylık süreçte, her iki tarafta, bu Ortak Açıklamaya karşı yapılan siyasi karalamaları ve bu Ortak Açıklamayı boşa çıkartmak, işlevsiz kılmak için yapılanları hatırladığımızda, bunun klasik bir davranış olmayacağını görebilirsiniz.
Üstelik daha yakın zamanda Kuzey Kıbrıs'ta yaşananları hatırlarsak, bunun önemi bir o kadar daha açık olur....
Bu Ortak Açıklamanın en başında bu vurgunun Sayın Eide'nin okuduğu metinde yapılması, bu çözüm çerçevesine yalnız iki Kıbrıslı Liderin değil, ama başta BM olmak üzere konu ile ilgili tüm tarafların yani, Türkiye ve Yunanistan'ın da buna bağlılıklarının yeniden gösterilmesi anlamı da çıkar.
Bakın göreceksiniz, bu açıklamalardan ve yaşananlardan sonra, Kıbrıs'ın Güney ve Kuzeyinden belli bir süre 11 Şubat 2014 Antlaşmasına dönük yapılan karalamalar ve oynanan oyunlar azalacaktır.
Bu bakımdan iki liderin birlikte yeniden, 11 Şubat 2014 Ortak Açıklamasına atıf yapması, sürecin devamı için bir nevi enerji içeceği gibi oldu...

UYUŞMAZLIKTAN FİKİR AYRILIĞINA
2. " Tüm başlıklar birbirinden bağımsız olarak müzakere edilmektedir."
"Yönetim ve Güç Paylaşımı, Ekonomi, Avrupa Birliği konuları ve Mülkiyet başlıklarında bir çok uzlaşılamayan noktalarda çok kayda değer ilerleme sağlanmış ancak bazı önemli konularda fikir ayrılıkları sürmektedir".

Bu paragrafta diplomatik dilin çok ince yönetemi ile mesaj verilmektedir. Tıpkı "güneş gözlüğü" takanın, gözlerine bakarak duygularını his etmediğiniz gibi, bunu da bu metinde yazı içindeki ifadelerden çıkartmaya çalışacaksınız.
Bir kere en dikkat çekici nokta, 16 aylık süre içinde ve yoğunlaşmış bu 8 görüşmede, bu dört başlıkta artık Kalanlar konular "UZLAŞMAZLIK" olarak değil "FİKİR AYRILIKLARI" olarak tanımlanmaktadır.
Bu ifade, çok olumlu bir nokta olduğunu işaret eden, diplomatik bir dil inceliğidir.
İkincisi, bu ifade ile bize bir başka olumlu mesaj da verilmektedir
Bu da bir çok uzlaşılamayan noktada kayda değer gelişmeler ve ilerlemeler olduğu dur.
Kalan bazı önemli konularda ise fark, "fikir ayrılıkları" olarak ifade edilmektedir
Yani burada bir çok sözü ile Uyuşmazlık konularının önemli olarak aşıldığı ve bazı ifadesini önemli sözü ile bağlayarak, bu dört başlıkta taraflar arasında ciddi ve önemli yakınlaşmalar olduğu mesajı, bu şekli ile açık olarak verilmektedir.
Ancak bazı önemli konularda Fikir Ayrılıkları olduğu ifadesinden esas sorunun Mülkiyette olduğu da anlaşılmaktadır.
Bu kadar açık olmasa bile, bu konuda ki gelişmeleri de liderlerin taraflarına döndüklerinde yaptıkları açıklamalardan his etmemiz gerekiyor.
Fakat buna geçmeden önce özellikle bu paragrafın başına yerleştirilen şu ifadeyi de ele almamız gerekir.

" Tüm başlıklar birbirinden bağımsız olarak müzakere edilmektedir"

İşte bu ifade bize bu konuda bakış açımızı değerlendirirken önemli bir ışık tutmaktadır.
Sayın Akıncı'nın bu buluşmadan sonra yaptığı açıklamalar da bize konu ile ilgili değerlendirmeyi yapma şansı vermektedir.
Sayın Akıncı, yaptığı açıklamada, Mülkiyet Başlığı ile ilgili olarak taraflar arasında artık ayrı metinler değil, ama ortak bir tek belge olduğunu söyledi.
Ancak buna karşın daha sorunlar olduğunu da ifade etti.
Dolayısı ile bu durumlardan yola çıkarak yapacağımız değerlendirme önemlidir.
Bu dört başlıkta, "bazı önemli konularda fikir ayrılıkları devam etmektedir" ifadesinden anladığımız, bu dört başlıktaki bazı önemli konulardaki fikir ayrılıkları ifadesinin ağırlıkla mülkiyet konusunda ve dönüşümü başkanlık konusu ile ilgili olduğu yönündedir.
Bunu Ortak Açıklama ile birlikte özellikle Sayın Akıncı'nın verdiği Mülkiyette artık tek belge var demecinden de anlamamız olanaklıdır.
Mülkiyette Kalan ve fikir ayrılığı olarak tanımlanan konular bence, İADE ve TAZMİNAT ile bağlantılıdır.
Bunlardan tazminat konusunu Sayın Akıncı ile Sayın Anastasiadis'in tek başına çözmesi mümkün değildir.
Hali ile bu konuda bir boşluk olması doğaldır.
Ancak İADE konusunun ise bu paragrafdan önce ifade edilen "tüm başlıklar birbirinden bağımsız olarak müzakere edilmektedir" sözü ile bağlantılı olduğu açıktır.
Çünkü, Mülkiyet Başlığı ile Toprak Başlığının birbiri ile bağı vardır.
Dolayısı ile Mülkiyet başlığında kalan iadenin miktarının hali ile Toprak başlığının bağlanması ile alakası var.
Ancak, doğru bir yöntem olan başlıkların bağımsız olarak müzakeresi nedeni ile en sona kalan ve kalacak olan Toprak başlığında gelişme olmaması nedeni ile bunun boşluk içinde kalması doğaldır.
Ancak, bu ifadelerden anladığımız, müzakerelerde çetrefil konu olan Mülkiyette, ana ilkeler, prensibler ve esaslar üzerinde ciddi ve olumlu gelişmelerin olduğu gerçeğidir.
Bu çetrefil konunun bu noktaya gelmesi çok önemli bir gelişmedir.
Ortak Basın açıklaması bize, bu Dört Başlıkta pek çok uzlaşmazlığın giderildiği ve kalan konuların UZLAŞMAZLIK olarak değil, Fikir Ayrılığı olarak tanımlanma noktasına geldiği mesajını net olarak vermektedir...
"Güneş Gözlüklerinden" göremediğimiz, ama ses, yazı ve vücut dilinden çıkarttığımız sonuç bu olumluluktur.

BEYİN FIRTINASI
3. "İki lider ayrıca, Güvenlik, Garantiler ve Toprak Konularında, bir beyin fırtınası formatında görüş ve pozisyon alış verişinde bulundular. Bu ilk görüş alış verişi iki tarafın görüşlerinin birbirinden farklı olduğunu göstersede, iki tarafın kabul edebileceği şekilde bu farklılıkların giderilebileceği konusunda bir kararlılık mevcuttur"

Bu paragraftan çıkarttığımız çok açıktır. İlk kez taraflar Güvenlik, Garantiler ve Toprak konusunu görüştüler.
Bu da beyin fırtınası formatı diye tanımlandı. Yani taraflar, bu başlıklarda kendi bakış açılarını kendi maksimum yaklaşımlarına yakın ortaya koydular.
Bu nedenle bu konuda görüşlerin birbirinden farklı olması doğaldır.
Ancak, özellikle iki tarafın kabul edebileceği vurgusu ile de güçlendirilen ifade ile bunların giderilebileceğine dönük kararlılığın mevcut olduğunun yazılması ve bunun Ortak Basın Açıklamasında ifade edilmesi, bu beyin fırtınasının da yıkıp dökmeden gerçekleştiği mesajını bize vermektedir. Üstelik fırtına sonrası da yolların açık olduğu mesajını da içinde taşımaktadır.

İşte bu bağlamda bu Paragraftan sonra ifade edilen ve tarafların 2016 yılı sonuna kadar çözüm bulma kararlılığı içinde oldukları ifadesi önemlidir.

Buna bağlı olarakta 25 Eylüldeki zirveden sonra da tarafların yoğunlaştırılmış görüşmelere ayni kararlılıkla devam edeceklerinin açıklanması da çok önemli bir mesajdır.
Bunu Sayın Akncı'nın bu Ortak Açıklamadan sonra Kuzeyde toplumumuza yönelik yaptığı açıklamada da görüyoruz.
Yani, New York zirvesi sonrasında Ekim Ayında 2016 sonuna çözüm hedefi ile yoğunlaşmış görüşmelerin olacağı açıklaması, bundaki mesajı netleştirmektedir.
Dolayısı ile Toprak konusu evet, en sona kalacak.
Ancak bu başlığın tamamiyle Garantörlerin de katılacağı 5' li Konferansa kalacağı beklentisi doğru değil.
Çünkü bu 5'li Konferansa Ortak Açıklamada hiç atıf yok.
Ancak bunun oluşması için hem New York'ta BM Genel Sekreteri ile yapılacak zirve ve bunun sonrasında, Ekim ayında yapılacağı şimdiden belli olan yoğunlaştırılmış göşmelerdeki gelişmeler bunun olmasının belirleyicisi olacak.
Çünkü, 5'li Konferansı ilkesel olarak ret etmese bile Sayın Anastasiadis, bu Konferansın Güneydeki statükocuların da katkısı ile Şeytanlaştırılması nedeni ile oluşması yönünde rahat değildir.
Bu yüzden bu 5'li Konfernasın gerçekleşmesi için tüm başlıklarda yakınlaşma olması konusunu öne almaktadır.
Kıbrıs Türk Tarafı ise, özellikle Toprak konusu, üzerinde estirilen spekülasyon tantanası nedeni ile diğer başlıklar gibi bunu görüşmemekten yanadır. Bu yüzdenden sona kalmasını istemektedir.
Geçmişte, Sayın Eroğlu'nun döneminde, bu tez geçerli iken, ansızın Toprak konusuna girmeleri ve uyduruk harita senaryoları ile kopartılan vavaleyla unutulacak gibi değildir.
Bu yüzden o dönemden başlayan ve ne ilginçtir ki şimdi bazı çözümcülerinde de ifade ettiği bir konu yine gündeme girdi.
Bu da Toprak Konusunun 5'li Konferansta Garantörlerce ele alınması düşüncesidir.
Nitekim, Sayın Eroğlu ile Sayın Kuderet Özersay'ın görevde oldukları dönemde sundukları 5 Adımlık Projelerinde de bu husus vardı.
"Toprak konusu 5 li Konferansta çözülecek".
Bu görüş ayni zamanda, Kıbrıs Türk Tarafı açısından "Toprak Tavizini Türkiye versin" açıkgözlüğüne dayalıdır.
Yani toprak konusunu Türkiye hal etsin.
E, sonrada çözüm ve yeni şartlarda da bizim, öyle mi?
Buna, vay guzzum denir bizim halk dilinde. .
Risk başkasının Sefa benim!
Bu bakımdan Toprak Konusu iki tarafın arasındaki bu görüşme anlayışındaki fark nedeni ile. Güneyde bu konuya "yerlerini terk edenlerin tümünün dönmesi" gibi bu çözüm temeline aykırı, Kuzeyde ise "tek karış verilemez" anlayışının ilkelliğinde çözümsüzlüğe dönük oyun oynama istismarcılarınca ellendiği için , zor ve çetrefil bir konudur.
Bu bakımdan bu yoğunlaştırılmış 8 görüşmede Toprak konusu "fikir fırtınası formatı" ifadesi ile ele alındığı duyuruldu. Ama bunun bu zeminde görüşülmesine karşın dışarı bir şey sızmaması çok önemlidir.
Bu yüzden iki lideri, iki Müzakereciyi ve heyetleri kutlamak gerekir.
Bu bakımdan bu konunun özellikle New York zirvesinden sonra, Ekim ayında yapılacak yoğunlaştırılmış görüşmelerde ele alınacağı anlaşılmaktadır.
Bu konuda harita veya yüzdeliklerin son 8 yoğunlaştırılmış görüşmede ele alınmadığı anlaşılmaktadır.
Dolayısı ile bunun en sonda ele alınması ve bunun 5'li Konferansın kesinleşmesi ile bağlantılı birbirine bağlı olarak şekilendirilmesi gerekecektir.
Dolayısı ile bu Ortak açıklama ile müzakere sürecinin tamamlandığına dönük anlayış doğru değildir.
İçinin boş olduğuna dönük ön yargı da geçersizdir.
Aksine 2016 yılı sonuna kadar çözümü olanaklı kılacak olan geçitlerin, 25 Eylül'de New York'ta yapılacak olan zirve ve en önemlisi de Ekim ayı içinde yapılacağı söylenen yoğunlaştırılmış Müzakereler olacağı belirtilmiş oldu.
Bu yüzden çözümü arzulayan herkes artık, Ekim ayı itibarı ile görüşme sürecine desteğini artırmak zorundadır.
Ama ne acıdır ki çözümü arzulayan siyasi partiler malesesef şu anda kendi iç sorunları ve diğer sıkıntılarla daha fazla uğraşmaktadırlar. TDP'deki gelişmeler ve CTP yaşananlar bu bakımdan üzücüdür.
Bu nedenle Ekim içinde çözüm güçlerinin kendilerini sürece konsantre etmesi gerekir.
Ayrıca, bu süre için biz Kuzeyde Toprak tavizini çözüm için vermemiz gerektiğini kamuoyu ile net olarak paylaşmalıyız.
Güneyde de çözüm isteyenler, kendi halkına, yerlerini terk eden herkesin geri dönmemeyeceği gerçeğini anlatması gerekecek.
Bu nedenle Kuzeyde, "Verecekse Türkiye versin" kolaycılığına girmeden, daha şimdiden toprak konusunda siyasi partilerin kendi aralarında CB temelinde bir fikir fırtınası yaşamalarında fayda olacaktır.

2016 Zirve ve BM Genel Sekreteri
4. Ortak Açıklamanın en çarpıcı yanlarından biri de iki liderin ortak olarak 2016 yılı sonuna kadar çözüm hedefinde olduklarının duyurulmasıdır.

Bu önemlidir. Çünkü bu hedef Kıbrıs Türk tarafı tarafından sıkça söylendiğinde buna Güneyden ister çözümcü olsun, isterse olmasın, "zaman sınırlaması içinde olmamamız gerekir " gibi bir yaklaşım sergileniyordu.
Bu konuda gerek Sayın Akıncı'nın, gerekse Sayın Talat'ın, gerekse de Sayın Eroğlu'nun ifade ettiği "ucu açık görüşmeler zamanın tüketilmesine yol açıyor" ifadeleri doğrudur.
Bu yüzden, şimdi, 2016 yılı sonunun ortak bir çözüm hedefi olarak ifade edilmesi çok önemlidir.
Bu nedenle iki lider dışında, iki tarafın çözümcü partilerine, sivil toplumuna ve basını ile aydınlarına da önemli görevler düşer.

Ortak Açıklamanın önemli bir yanı da iki liderin, New York'ta BM Genel Sekreteri ile bir zirvede buluşması müşterek kararının duyurulmasıdır.

Bilindiği gibi BM Genel Kurulunun açılışı nedeni ile her yıl New York'ta yapılan hu seronomi önemlidir.... Dünya siyasi liderlerinin buluşması yanısıra, bizim için ayrıca Kıbrıs sorunu nedeni ile de önemli olmaktadır.
Bu buluşma bilindiği gibi Kıbrıs Rum Tarafının BM'de Kıbrıs Cumhuriyeti ve onun Cumhurbaşkanı tarafından temsili ile oluştuğu için, Kıbrıs'ta iki tarafta da çözümsüzlüğü arzulayanlar açısında bu hep statü meselesi nedeni ile tartışma yaşanmasına yol açmaktadır.
Böylece eski kalıplarımış çözümsüzlük argümanlarının yeniden üretilmesi ve gerginliğin süreğen hale döndürülmesi için değerlendirilmektedir.
Bu platforum, Güney acısından kendi tezlerini ifade edeceği alan, Kuzey açısından bunun retti ve kendi tezlerine yer aradığı bir alan olarak değerlendirildi.
Şimdi bu Genel Kurul açılışına hali ile Sayın Anastasiaidis bu gerçeğe bağlı olarak katılacak. Yani Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı olarak.
Sayın Akıncı da Toplum lideri olarak katılacak.
Burada Sayın Anastasiadis'e önemli bir görev düşüyor.
BM'deki konuşmasında müzakerelerde ulaşılan ve Ortak Basın Açıklaması ile duyurulan anlayışı zora sokmayacak bir konuşma yapması.
Bunu başaracağını zan etmek istiyorum.
Sayın Akıncı da bu New York ziyaretinde, aralarında ABD Başkan Yardımcısı, BM yetkilileri ve AB yetkilileri olmak üzere pek çok üst düzey görüşme yapacak.
Dolayısı ile bu defa, bu Genel Kurul olayı, kendi içinde makul bir denge taşıyor...
Yani yıllardır iki tarafca istismar edilen bu alan, şimdi belli bir dengeye de sahip olacak.
Bunun arkasından iki liderin, BM Genel Sekreteri ile zirvede buluşacak olması bu dengeyi daha da güçlendiren bir olay olacaktır.
Kanıma göre bu zirve, özellikle Ekim ayından sonra başlayacak olan yoğunlaştırılmış görüşmelere dönük, bir nevi enerji içeceği olacaktır.
Bu zirvenin olacak olması çok önemlidir.
Çünkü Kuzeyde ve Güneyde yakın zaman kadar Federal çözüme karşı olanlarca bu zirvenin gerçekleşmemesi için epeyi gürültü çıkarıldı.
Kuzeyde daha bir kaç hafta öncesinde, UBP- DP Hükümetinin yaptığı basın toplantısı bunun en önemli örneğidir.
Çünkü bu basın toplantısında New York'ta BM Genel Kurulunda Sayın Anastasiaidis'in Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı olarak bulunacağı gerekçesi ile Sayın Akıncı'nın New York'ta BM Genel Sekreteri ile zirvede buluşması konusu aşağılanmış ve bunun olmaması dile getirilmişti.
Ayni şekilde Güneyde de BM Genel Kurulunda KC Başkanı olarak Sayın Anastasiaidis 'in bulunduktan sonra, BM Genel Sekreteri başkanlığında Sayın Akıncı ile Toplum lideri statüsünden zirvede yer alacak olmasına dönük tepkiler geliştirilmişti. Bunun statü kaybı olacağı yaygarası yapılmıştı...
İşte bunların aşılarak bu zirvenin gerçekleşmesi önemlidir.
Bu arada yapılan açıklamada üzerinde çok fazla karartma ve anlaşılmazlık olan bir nokta olduğu kanısındayım.
Bu konuda güneş gözlüğünün camları çok kara. Buda şu ifadedir.

"İki lider New York'ta BM Genel Sekreteri ile görüş alış verişinde bulunup, ondan kişisel ilgisini artırmasını talep edeceklerdir"

Benim için en karartılmış ifade budur.
Çünkü, şu anda BM Genel Sekreterinin Hakemlik konumu yoktur. Bu konu da bu süreçte iki tarafın ortak tavrı ile yok edilmiştir.
Bana göre BM Genel Sekreterinin Hakemlik konumu olmalıdır.
Ama malesef bu konu, özellikle Annan Planı sürecinde iki tarafın statükocuları tarafından çok istismar edildi.
Her iki tarafın statükocuları Annan Planını şeytanlaştırmak için BM Genel Sekreterinin Hakemlik görevini; " yabancıların planı ve dayatması ", milliyetçi argümanını, yapay Anti- Amerikan sosu ile bulayıp, yapay bir anti- emperyalizm yaklaşımı ile milliyetçi temelde karaladılar.
Sonra da bu kontra, "Kıbrıslıca Çözüm" ifadesi ile Sayın Eroğlu -Hristofyas döneminde bir sonuca bağlandı...
Böylece BM'nin çözüm sürecindeki insiyatifi zayıfladı.
Bu, o denli yer etti ki Ortak Basın Açıklamasında, " BM Genel Sektereterinin kişisel insiyatifini artırması talep edilecek" sözü Hakemlik mi diye gürültü içinde sorgulandı.
Sayın Anastasiaidis bunun böyle olmadığını defalarca açıklamak zorunda kaldı.
Ayni şekilde Sayın Akıncı da bunu bu temelde açıkladı.
Bence bu kaybedilmiş bir şanstır.
Çünkü buna rahmetli Denktaş'ta karşı idi, Güneyin tüm statükocuları ve dar bakışlı kimi çözümcü güçleri de karşı idi.
Ama şimdi bunun üzerinde dövünmek zamanı değildir.
İşte bu bakımdan benim için en karartılmış nokta budur.
BM Genel Sekreterinin kişisel insiyatifini geliştirmesi.
Her halde bundan amaçlanan, bu sürecin son finalini oluşturacak olan 5'li Konferansa dönük yapıcı girişimde bulunması ve Mülkiyet meselesinde Tazminat konusunda, uluslararası desteğin oluşmasına destek ve geri kalan konularda iki tarafa yakınlaşmaları için katkı sağlamaktır.
Ancak ne isterse olsun, BM'nin çözüm sürecine dönük konumu ile ilgili olarak Kuzeyde ve Güneyde kopartılan bunca faydasız gürültüye karşın, sonuç itibarı ile iki liderin BM Genel Sekreterine çok kapalı olsada, bu çağrıyı birlikte yapmaları olumlu ve cesaret vericidir.

SONUÇ
Ortak Basın Açıklaması tam da iki liderin bu toplantıya güneş gözlükleri ile katılmaları gibi net bilgiler vermeyen bir açıklamadır. Ancak çözüm konusunda olumlu pek çok gelişmenin olduğu mesajını son derece Mahir bir diplomatik dille veren olumlu ve yapıcı bir belgedir.
Bu ortak açıklama içi boş değildir.
Hele anlaşamadıklarını da ilan etmiyor.
Ancak herşeyin de sonuçlandığını ilan etmiyor.
Üstelik bize Ekim ayında başlayacak olan yoğunlaştırılmış müzakereleri de bilgi olarak verip görevlerimizi hatırlatıyor.
Zirve duyurusu önemli. Ancak 5'li Konferansa atıf yapmaması bunu ret edildiğini değil, bunun, 2016 yılı sonu Çözüm Hedefini öne koyarak, oluşması için önümüzde Ekim ayında başlayacak olan yoğunlaştırılmış müzakerelere odaklanmamız mesajını taşıyor.
Yani bu ortak açıklama, bu gemide yer alan tüm yolculara ve mürettebata, Karanın gözüktüğünü, ama kıyıya sağ selim varmak için önümüzde görünen bir girdabı ve bazı Kaya parçalarını maharetle ve kararlılıkla geçmemiz gerektiği mesajını vermektedir.



Ferdi S. Soyer Eyl 16 '16
KOORDİNASYON OFİSİ ve ANAYASA MAHKEMESİNDE SAVUNMA TEZİ
Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı, Koordinasyon Ofisi ile ilgili Antlaşmayı kapsayan yasayı, görüş almak üzere Anayasa Mahkemesine havale etti.
Basında, Anayasa Mahkemesinde görüşülen bu yasa ile ilgili olarak Savcılık ve Meclis adına görev yapan Avukat'ın, bu yasayı savunan açıklamaları yer aldı.
Bunu savunanların ve Anayasaya uygundur açıklamalarını yapanların ileri sürdükleri tez açık.
Bunlar çok net olarak şu görüşten hareket ediyorlar. "Uluslararası Antlaşmaların Anayasaya aykırılığı savunulamaz". Bu 1985 Anayasası'ndan kaynaklanan bir unsurdur.
Peki, bu Anayasa hükmü bir iktidara; Meclis çoğunluğuna dayalı olarak Anayasaya aykırı uluslararası antlaşma yapma hakkı verebilir mi?
Üstelik, bu, o kadar geniş bir ifade ile dile getirildi ki bundan bir iktidarın Meclis çoğunluğuna dayalı olarak Anayasaya aykırı uluslararası antlaşmalar yapabileceği kapısı da basına yansıyan bu "savunmacı" görüşlerinden çıkabilir.
Üstelik Türkiye ile bu Antlaşma yapıldı.
Bunu yapanlar ve savunanlar, bu Koordinasyon Ofisi antlaşmasını, Anayasanın bu hükmüne dayanarak, KKTC iç hukuku çerçevesinde tartışmasız doğru ve değişmez olarak savunmaktadırlar.
Ama biz Kıbrıs sorun nedeni ile halen mağduriyet yaşayan bir toplumuz.
Bu yüzden şimdi Federal Çözüm için masadayız.
Üstelik 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti tecrübesinden hareketle ısrarla, Kıbrıs Federal çözüm görüşmelerinde, diğer şeyler yanında, özellikle Uluslararası Antlaşmalar konusunda, nüfus bakımından çoğunlukta olan toplumun, buna dayanarak, bizi yok sayacağı uluslararası antlaşma yapmaması içinde önlemler alınmasını istiyor ve öneriyoruz...
Ama iş, Türkiye ile yapılan bir Antlaşmaya, özellikle Koordinasyon Ofisi antlaşmasına gelince de hemen başka bir kulvara geçiyoruz.
KKTC Anayasasına göre Uluslararası antlaşmalar için Anayasaya aykırılık ileri sürülemez diyor! "Savunmacılar"! Bunu da dayandırdıkları temel, KKTC Meclisindeki sayıca çoğunluk kararı...
Yani, Kıbrıslı Rumlarla, Federal çözüm için görüşürken, özellikle Uluslararası Antlaşmalar için sayıca çok olan Toplumun, buna dayanarak, kendine göre Uluslararası Antlaşma yapmaması için çare ve önlem arıyoruz.
Ama kendi iç hukukumuzda, Meclis'te çoğunlukta olanın, kendi oy güçüne dayalı olarak yapacağı ve Meclis'ten geçireceği bir Uluslararası Antlaşmanın da KKTC Anayasası bağlamında, Anayasaya aykırılık iddiasının hedefi olmayacağını ve yapılanında tartışmasız doğru olacağını ileri sürüyoruz.
Hani bu iki tavrın ilkesel bütünlüğü?
Konu, Kıbrıslı Rumlarla ortaklık olunca başka terazi, ama konu, KKTC Meclis'inde oy çokluğu olduğunda ve Türkiye ile yapılan bir Uluslararası Antlaşma oluncada bir başka terazi.
Bu böyle olmaz.
Üstelik eğer bugün, KKTC Savcılığı ve Meclis adına görevli Avukatların basına yansıyan görüşleri makbul ise; o zaman, 1964 Darbesi ile bundan oluşan yapı içinde ve sonrasında, Kıbrıslı Rumların, BM Güvenlik Konseyinin "Zorunluluk Doktirini" çerçevesinde, Makarios'u meşru hükümet olarak gören o meşhur kararına dayanarak; Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisinde, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak aldıkları ve Kıbrıs Cumhuriyetinin İki Toplumlu karakterini yok sayan kararlarına itiraz kalkacak mı? Yoksa onlarda geçerli mi olacak?
Kısacası, sırf siyasi bir adım için, Hamaset adına atılan bu öngörüsüz adımlarla, pek çok ilkesel durumları yıktığımız çok açıktır.
1985 Anayasasının hükümünün, Koordinasyon Ofisi Dayatması bağlamında, böyle yorumlanması, bence, Kıbrıs sorununda, dünkü haksızlıklara ve tek taraflı dayatmalara karşı mücadele eden ve günümüzde de siyasi eşitlik içinde, gelecekte bu tecrübeler ışığında, uluslararası antlaşmalar bağlamında, siyasi eşitlik temelinde bunu sarsmayacak düzenlemeler arayan Kıbrıs Türk Toplumunun gelecek arayışına da zarardır.
Bu tartışma, Koordinasyon Ofisi'ni savunan Avukatların basına yansıyan görüşleri temelinde, bir noktaya giderse; bu yarın, Kıbrıs sorununun çözüm bağlamında kendi elimizle attığımız, ama kontrol edemeyeceğimiz bir bumerang olarak dönüp bizi vuracaktır.
Milliyetçi Hamasetle, ifrata varmanın bir başka örneği, işte bu Koordinasyon Ofisi meselesinin iyi düşünülmeden sağlanmasıdır.
Bu bizi, hem dün, hemde yarın açısından zora sokacak bir durumdur. O kadar dar bakılıyor ki bu meselede söylenen ve savunulan bu temeller , gerçekte, dün bize haksızlık yapan Kıbrıs Rum egemenlerinin tavrını onaylıyor, hemde yarınımızı sıkıntıya sokacak olan anlayışları besliyor .
Yani, bu ilkesiz tavır, dün uğradığımız haksızlık karşısında bizi haksızlık yapana dönük zayıflatıyor, ayni zamanda da gelecekte, hemde iç hukukumuz örneği ile ortaklık kurmak istediğimize, "sen, gelecekte bizi yine buradan vur" diye de yol gösterici olma özelliğine sahip oluyor.
Ferdi S. Soyer Tem 14 '16
BAŞBAKANIN SEÇİME ÇAĞRI MESAJI.....
Uzun Bayram tatili nedeni ile Başbakan Sayın Hüseyin Özgürgün'ün Bayramdan önce partililerine dönük yaptığı bir konuşma, kamuoyumuzda gereği ile değerlendirilmedi.
Başbakan Sayın Özgürgün, partililerine dönük verdiği İftar yemeğinde, önemli siyasi mesajlar verdi.
Sayın Özgürgün, "Hükümet olarak devlete ait yükümlülükleri yerine getirdik. Bu biraz beceri ve Türkiye ile iyi ilişki gerektirir. Şimdi Meclis yaz tatilindedir. Ekim başında açılacak. Sonra Bütçe görüşmeleri başlayacak. Bu da Aralık sonuna kadar gider.
Arkasından 2017'de UBP' liler Seçime hazırlanmalıdır." dedi.
Evet, Sayın Özgürgün bunları söyledi. Kısacası seçim için kendine göre start verdi. Eğer Başbakan'ın ağzından, 2018'de olması gereken seçim için, 2017 başı açıklanıyorsa, artık o ülkede seçim atmosferi başlamış olur.
Yani, Sayın Özgürgün, kendi partililerini düşündüğü baskın seçime hazırlamak için kendi ağzı ile Hükümetini "topal ördek" haline döndürmüş oldu.
Bu olayın bir yanı, diğer yanı ise çok daha nettir.

UBP HAVLU ATTI.
UBP- DP Hükümeti; "piyasaya 700 milyon TL akıttık"derken, ödediği bu devlet mükellefiyetlerinin büyük çoğunluğunun 2015'ten kaynaklanan mükellefiyetler olduğunu çok iyi bilmektedir.
Daha 2016'dan kaynaklanan devlet ödemeleri yapılamamıştır.
Nitekim üreticiler için 2016 Doğrudan Gelir desteği, ağır kuraklığın tazminatları daha gündemde yoktur.
Bunun içinde kaynak sorunu çekildiğini, Tarım Bakanı kendisi açıklamıştır. Müteahhitler doğan alacaklarını alamadıkları için daha Bayram Arifesinde eylem mesajı vermişti.
Hatta devletin mükellefiyetlerini ödeme kabiliyeti olmadığını bildiklerinden, Kamu Bankalarının ödemeler için aracı olmasını da talep ettiler.
Şimdi iç borçlanma ve Türkiye'den aktarılan kısmı kaynaklarla, 2015'ın bazı geçikmiş devlet mükellefiyetlerini ödeme ile birlikte konuya, "devletin kaynak sıkıntısı var diyemeyiz, biraz beceri ile bu işler yerine gelir" diyerek, bunları övünme meselesi yapan Sayın Özgürgün, bu işin çok büyük sıkıntı içinde olduğunu çok iyi bilmektedir.
Türkiye'den daha kaynak aktarımı tam anlamı ile yapılamamıştır.
Nedeni de açıktır. Çünkü Türkiye ile imzaladığı Protokol vardır. Bu Protokol kaynak aktarımı için Hükümete yerine getirmesi gereken yasal mükellefiyetler getirmektedir.
Hükümet olmak için Darbe'ye alet olan ve "noktası virgülü değişmeden bu Protokol imzalanmalıdır" mantığı ile söz konusu Protokolu, içeriğini dahi tartışmadan imzalayan Sayın Özgürgün ve Sayın Denktaş, şimdi kaynak için söz konusu Protokolun Mükellefiyetlerini yerine getirmekle yüz yüzedir.
Ancak bunu yapamayacakları açıktır. Bundan ötürü şimdiden Meclis Tatili, Bütçe ve arkasından da seçim diyerek havlu attıklarını ilan etmektedirler.

KAÇIŞ İÇİN YOL ARAYIŞLARI
Bu düzenlemeler içinde atacağı her adımın, toplumda yeni ve gergin tartışmalara yol açacağını bilmektedir.
Çünkü, neyin, ne şekilde ve nasıl değiştirileceği ile ilgili ne kendileri bir hazırlık yaptı, nede bunu toplumla paylaştı.
Ayrıca bu adımları böylesi parçalı bulutlu ve yamalı bohça gibi bir Meclis çoğunluğuna dayalı bu hükümetle yerine getirmesi de beklenemez.
Herşeyden evvel son Koordinasyon Ofisi tartışmalarında da görüldüğü gibi, ne Sayın Özgürgün, nede Sayın Denktaş, bu Antlaşmayı açıktan ve ilkesel olarak savunamamıştır.
Aksine, Tepkileri yatıştırmak için yeni bir protokol ile sıkıntıları aşma düzenlemesi yapacakları yalan sözünü dahi vermek zorunda kalmışlardır.
Şimdi söz konusu Protokol, belli bazı değişiklikler için zaman takvimi koymaktadır.
Bunları mı savunacaklar? Bu değişiklerle ilgili olarak kim Sayın Başbakan ve Yadımcısınından, şunu şu şeklide değiştirmek istiyoruz diyen bir açıklama duydu.

2016'da ÖNEMLİ DEĞİŞİM HEDEFLERi.......
Örneğin İmazalanan Protokol, 28 olan Belediye sayısını düşürmek için, Belediyeler Değişiklik Yasasının Aralık 2016 tarihine kadar Meclisten yasallaşmasını öngörmektedir. Bunu son tarih olarak vermektedir.
Kim Başbakan'dan, İçişleri Bakanından, ya da Başbakan Yardımcısından bununla ilgili tek kelam duydu?
Şöyle bir düzenleme ile Belediyelerin sayısını azaltmayı düşünüyoruz, bunun için tartışalım diyen bir konuşma duyan oldu mu?
İmzalanan Protokol Belediyelerin sayısını düşürmeyi hedefleyen yasayı, 2016 Aralığına kadar çıkartmayı ve 2018'deki Yerel Yönetim Seçimlerinin de bunun üzerinden olmasını öngörmektedir.
Hal böyle iken, bu Hükümette buna dair bir çalışma var mı? Yok...
Bu Hükümet bunu yapabilir mi?
Yapabilmesi için daha şimdiden bu konuda bir taslağı sonuçlandırması ve kamuoyu ile paylaşması gerekirdi. En azından Başbakan ve Yardımcısınının kamuoyuna mesaj vermesi gerekirdi.
Ama aksine, Başbakan'ın Iftar yemeğinde söyledikleri var.
"Meclis Ekim'e kadar kapalı, Ekim'den sonra da Bütçe çalışmaları var, bu yüzden 2017'de seçim."
Yalnız bunlar mı?
Ekim 2016'ya kadar Yeni Kamu Görevlileri yasası çıkartılacaktır, diyor imzalanan Protokol.
Ayrıca,Ekim 2016'ya kadar da Kamuda Çalışma Saatlerin düzenlenmesi ile ilgili Bakanlar Kurulu Kararı çıkartılacaktır, diyor....
Allah aşkına Ekim 2016'ya kadar Yeni Kamu Görevlileri yasasını tatildeki Meclisten çıkartmak mümkün mü?
Burada ilginç bir nokta vardır. Bu da Meclis kararı istemeyen Çalışma saatleri ile ilgilidir. Bu Bakanlar Kurulu Kararı ister.
İşte işin püf noktası budur.
UBP, Popülizimle 2009 seçimlerini kazandıktan sonra, verdiği sözlerin hiç birini yapamamanın acizliğinde, 2010'da Kamuda Çalışma Saaatlerini düzenleyen bu kanunu çıkartmıştı.
O dönem biz buna Meclis'te karşı çıkmış ,eleştirmiş ve çok tartışmıştık.
Bu, Tek Mesai adı verilen ve saat üç buçuğa kadar kamuda yaz kış çalışmayı düzenleyen çalışma saatleri meselesidir.
İşe bakın, o atasözünde olduğu gibi şimdi, "eşeği öldürene sürükletiyorlar". Bu popülizimi UBP yapmıştı. Şimdi ona, Ekim 2016'ya kadar bunu, Bakanlar Kurulu Kararı ile değiştir diyorlar.
Hadi UBP ve DP'yi görelim?
Bunun gibi daha pek çok mükellefiyet var. Ağustos 2016'da yürülüğe girmesi gereken yasalar da var.
Bu nedenle Başbakan Hüseyin Özgürgün, bunların yerine gelemeyeceğini çok iyi bilmektedir.
Ama Türkiye'den de kaynak alıp beslenmek istemektedir..
Bunun için gözünü kırpmadan Darbeye yeşil ışık yakmış ve bu Protokolu da imzalamıştır. Şimdi ise yan çizmeye başladı.
Bunun için şimdi Türkiye'den kaynak alabilmek için başladı mazaret üretmeye. Meclis kapalıdır. Ekim'den sonra Bütçe var.
Hepsinden kurtulmanın yolu da Seçim.
Bunun için." ey Türkiye önüne ardına bakmadan ver parayı, vaktiken seçime gidelim ve paçayı kurtaralım, ondan sonra UBP'den ne dilersen dile!."Evet, açık durum budur.
Bu arada, Koordinasyon Ofisi tartışmalarında da görüldüğü gibi en küçük bir eleştiriyi dahi Türkiye karşıtlığı ile tanımlayarak, kaynağı garantiye almak için de yağcılık yapmaktan da geri kalmıyor.
Ama ayni zamanda bunun fazla gitmeyeceğini bildiğinden de seçim olgusuna hazırlık içinde partililerine sesleniyor.
Evet, CTP-UBP Hükümeti Darbe ile götürüldü. Ama iş başına gelen Darbeciler, bu işi götüremeyeceklerini biliyor. Söylediklerinin tersine bu işi yapabilecek beceri ve temelleri de yok.
Bu yüzden o tek bildikleri Evliyaya çağırıyorlar. Popülizim ve Türkiye sevgisini istismara. Yani Seçime girmekten başka çareleri yok. Bunun içinde para ve Türkiye Hamaseti gerekiyor.
Ne acıdır ki Darbe ile Kıbrıs Türk Toplumuna ekonomik ve toplumsal düzenlemeler bakımından 2016'yı kaybettirdiler. Şimdi bu çıkarcı mantıkla 2017'yi de kaybettirecekler.
Bunlar, Türkiye ile imzalanan Koordinasyon Ofisi Antlaşmasını, Meclis'ten binbir oyunla geçirmelerini, Devlet anlayışı ile izah ediyorlardı.
"Bunu Devletler imzaladı, devletler arası anlayışa göre bu Antlaşma Onaylanmalı, devlet olmanın gereği budur" diyorlardı.
Tamam madem öyle idi, "Meclis tatilde" mazeretine de yatmayın. Varsa hazırlığınız sevk edin Meclise ve Eylül başı çağırın Meclis'i Olağanüstü Toplantıya.
Kamu Görevlileri Yasası, Belediyeler Yasası için. Bu önemli konular, Bütçe işi içinde harcanmasın. Madem devletlerarası antlaşmalara sadıksınız! Hade buyurun.
Evet, artık açık.
UBP, Seçim için düğmeye bastı. İmzayı attı. Paraları alıp savurganlıkla Seçim işine girmeye çalışıyor.
Bu gelişmeler Türkiye içinde bir sınavıdır. Şimdi bir kez daha göreceğiz. İmzaları ile kaynak transferi için öngördükleri düzenlemeleri mi teşvik edecekler? Yoksa çoğu zaman olduğu gibi duruma göre siyasi siyasi sonuç elde etmek için Hükümetlerin bileşimine göre göz mü kapayacaklar?
Eğer UBP'ye yol açmak için atılan adımlarsa bunlar, bu topraklarda ve bu toplumun içinde bir kez daha Türkiye'nin konumunu tartışma içine sokacaklardır. Kendi inandırıcılıklarını bir kez daha sarsacaklardır....
Eğer bunlar olursa bilinki bu, Toplumun yarınınını ve Türkiye ile ilişkileri daha da kötüye götürmek gelişecektir.
Çünkü, bu kez de seçimle iş başına kim isterse gelsin, Türkiye ile ilşkileri sağlıklı olamayacağı gibi, aksine, bu Türkiye'yi daha da müdahaleci kılacaktır.
Çünkü yarın kim kazanırsa kazansın, bu kezde Türkiye, "İmza attınız, yerine getirin, kaynak ona göre. Siz yapamıyorsunuz o zaman biz önereceğiz siz yerine getireceksiniz " diyen daha müdahaleci bir konum içine girecek.
Böylece Toplum kendine ve Türkiye'ye daha da yabancılaşacak....
Evet, Başbakan Sayın Hüseyin Özgürgün İftar Yemeğinde imzaladığı Protokolun hükümlerini yerine getiremeyeceği mesajı ile birlikte Seçim startı verdi. Konu bu kadar açık..


NAZIM ÇAVUŞOĞLU'NA YANIT.
UBP-DP Hükümetinin Tarım Bakanı Sayın Nazım Çavuşoğlu imzaladığı Geçiş süreci Protokolunu savunmaya çalışıyor.
Gelen eleştirilere cevap vermeye uğraşıyor.Bu doğal bir çaba.
Ancak, Sayın Çavuşoğlu, hala imzalanan protokolda ifade dilen 2.30 TL'lik su fiyatını oluşturan bileşenleri açıklamıyor.
Bunu açıklamaması bir yana, kendini klasik bir tavırla, CTP'yi suçlayarak bunun üzerinden ifade etmeye çalışıyor.
Üstelik bunu yaparkende artık usanç veren bir mantıkla bunu yapıyor.
Bakın, 2.30 TL lik su fiyatının bileşenlerini açıklamazken Sayın Çavuşoğlu şunu ifade ediyor.
" CTP, 2007 yılında suyun sürdürebilir bir yapıya ulaştırılması ve devletin kıt kaynaklarının heba edilmemesi için su tarifesini değiştiren bir tüzük hazırladı" diyor.
Evet, bunu hazırladığımız için değil, ama o Tüzüğü uygulamadığımız için bizi eleştiriyor. İşte fenama giden bu.
Cevap vermeden yazmam lazım.
Çünkü Hakkını yemek istemem; Sayın Erdoğan Şanlıdağ'ın çok önemli katkıları oldu o dönem, bu Tüzüğün hazırlanmasında.. Kendisi ÖRP milletvekili olarak Bakanda olmuştu.
İşte Sayın Çavuşoğlu o dönem çıkarttığımız su Tüzüğü ile ilgili şunu ifade ediyor.
"Bu tarifeye göre Belediyenin kendi ürettiği suyun 50 kuruş, belediyeye temin edilen suyun 1.10 TL olarak ortaya konduğunu" ifade ediyor.
Bakın, birinci kendini ele verdiği nokta burası.
Şu anda kendisinin imzaladığı ve 2.30 TL olarak ilan edilen ve halen bileşenlerini açıklamadığı su fiyatına dönük olarak, CTP Genel Başkanı Sayın Talat, KTMMOB uzmanları ile yapılan çalışma neticesinde Türkiye'den gelen suyun olması gereken fiyatının 1.2 TL olduğunu duyurdu.
Yani, o zaman 1.10 TL olarak saptadığımız fiyat, bugün Türkiye'den gelen suyun gerçek fiyatına çok yakın.
E,şimdi Sayın Nazım Çavuşoğlu, 2.30TL olarak ilan edilen Türkiye'den gelen suyun fiyatının bileşenlerinin ne olduğunu daha fazla olarak açıklamak zorunda değil mi?
Yani bizi suçlayacak diye esasa dönük olarak toplum önünde kendinin ağır sorumluluğunu kendi dili ve eli ile ilan ediyor.

SEN NEREDE İDİN?
Üstelik Sayın Çavuşoğlu bizi suçlayarak şunu da ifade ediyor.
"2007'den itibaren bu fiyat uygulansaydı, şu anda ülke bu durumda olmayacaktı" diyor.
Yani, yapılan iş güzel, ama uygulamadılar, üç kez ertelediler, bu yüzden memleket bu hale geldi diyor.
Bunu da şu şekilde söylüyor.
"CTP Tüzüğü çıkarttı, ancak belediyelerin tepkisi üzerine tüzüğü uygulamaya koymadı. Dört kez erteleyip 2009 seçilmelerinde ise ortadan kaldırdı" diyor.
Sanırsınız ki bunu ifade ederken son derece ciddi ve bunun uygulanmasını yürekten istiyordu.
Bakın, 2009 seçimlerinde ise bunu ortadan kaldırdı diyor. İşte yanlışın biri de bu.
Halbuki 2009 seçimlerinde CTP oy kaybetti ve UBP tek başına iktidar oldu.
Sayın Nazım Çavuşoğlu'da 2009'dan 2013 Erken Seçimlerine kadar tek başına UBP iktidarında Tarım ve İçişleri Bakanı oldu.
Şimdi, 2016'da çıkıp, eğer bu tüzük uygulansaydı, ülke çok iyi olurdu diyor.
Madem bunu 2016'da ifade diyorsun, sen neden, üstelikte konu ile ilgili sorumlu Bakanlıkları da yürütürken, o beğendiğini söylediğin bu tüzüğü, "bakın siz hazırladınız ama uygulamadınız, ama ben, memeleketi düze çıkartmak için uygulamaya sokuyorum"demedi.
Kendinin tüm sorumluluklarını başkasının sırtına yıkarak, kendini düze çıkartma açıkgözlüğüne soyunanlar işte böyle yakalanır.
Çünkü bunlar toplumdaki hafıza kaybı yanısıra, siyasi olguları bütünden koparıp, "benden öncesi yok, benden sonrası ise tufan" diyen anlayışın egemen olduğu siyasi kültürden yararlanıp, kendini kurtarma peşinde koşan, güncel siyasi anlayışın avantajına yatmak istiyor.

DÜN OLANLARI BİR HATIRLAYALIM...
Evet, son SU tartışmalarında çok ifade ettim.
Bugün içinden bulunduğumuz felaketin, dün su konusunda takip edilen vurdumduymaz halden kaynaklandığını çok ifade ettim.
Bu konu da budur.
Doğrudur, ülkemiz için en önemli sıkıntılardan biri de yer altı su kaynaklarımızın sıkıntıya girmesi idi. Ama bu gerçeğe karşın, sanki böyle bir şey yokmuş gibi pervasızca davranıldı...
Bu yüzden daha 1994'te su kaynaklarının tasarruflu kullanılması için kampanyalar başlatmıştık. DP - CTP koalisyonunda.
O günlerde UBP ve bazı sol kesimlerce alay dahi edildik. Örneğin evlerdeki sifonlara bir literelik boş pet şişesinin su doldurularak konması ve bunun gibi, su tasarrufuna dönük çok çeşitli kampanyalar başlatmıştık.
Ayrıca Sulama Birliklerinin denetimi ve kontrollü su kullanımı ile ilgili çalışmalar da yapmıştık.
Yeşilırmak su göleti yapımını ele alırken, buna alternatif diye ortaya atılan, Türkiye'den Balonla su getirilmesi projesine de karşı çıkmıştık. Çare değil demiştik.
O günlerde yerel su kaynaklarını geliştirmek ve tasarruflu kullanımı için yaptığımız çalışmalara karşı çıkan bu anlayış sahipleri, Türkiye'den Balonla su getirilmesi projesine dönük fizibıl ve çözüm getirmeyeceği için karşı çıkışımızı da "hainlik ve Türkiye düşmanlığı" olarak takdim etmişlerdi.
Hatta, Türkiye'den Balonla su getirilmesi çalışmalarını bizden sonra yapan. Bunun da açılışını törenlerle de yaşama geçiren UBP Hükümeti ve başı Sayın Eroğlu, bugün Sayın Çavuşoğlu'nun yaptığı gibi basın toplantıları yapmış ve CTP'yi böyle güzel bir işe karşı çıkan parti diye suçlamıştı.
Ama ne olmuştu? Bu iş yürümemiş, balon da Deniz'in içinde bir "leş" gibi yatır olmuştu. Güzelyurt'ta yapılan tesisler çürüdü... Yani Türkiye'nin çok büyük bir kaynağı boş yere heba edilmiş oldu.
Aradan yıllar geçtikten sonra ise Sayın Eroğlu, son Cumhurbaşkanlığı seçiminde "Türkiye'den Balonla su getirmeye çalıştık,ama buda balon çıktı "demişti. Kimsede dünü hatırlamamış ve sormamıştı. Ne kaynak israfı, ne de o söylenen boş ve anlamsız suçlamalar hakkında da tek kelam edilmedi.

NE OLDU, NEDEN UYGULANMADI?
Evet 2007 itibarı ile Sayın Çavuşoğlu'nun dediği gibi güzel bir Su Tüzüğü hazırlandı ve ele alındı.
Ancak bunu 2008 içinde uygulamaya sokamadık. Neden? Çünkü denen de doğrudur. Belediyeler tepki gösterdi.
Onlarla konuştuk. Tepkilerinin doğru kaynakları vardı... Mali açıdan sıkıntı içinde olacaklardı. Üstelik bir başka hedefimiz da vardı. Tüm köyleri Belediyelere bağlamak.
Bunun da getireceği yeni mali yükler vardı. Bunun için Belediyelerin sıkıntılarını öncelikle aşarak, bunu yaşama geçirme zeminini güçlendirmeye karar verdik. Dayatma yapmaya girmedik.
Bu bakımdan öncelikle Belediyelere mali katkıyı artmayı önceliğimize aldık. Emlak vergilerini yeniden düzenleyerek, tüm kaynağın Belediyelere kalmasını sağladık. Bunun yanısıra Belediyeden emekli olan çalışanların, yani, tüm Belediye emeklilerinin Belediye Bütçesinden ödenmeyip, devlet tarafından ödenmesi kararına ulaştık. Zaten tartışmalarla çıkan yeni Sosyal Güvenlik Yasası ile de tüm çalışanlar 1 Ocak 2008'den sonra ister kamuda, isterse Belediyelerde, isterse de özel sektörde olsun bu "tek" Sosyal Güvenlik Kapsamında olacağı için, Belediye Bütçelerini emekli maaşı ödemekten kurtarıp,onlara çok büyük bir kaynak sağladık..
Bakın açık yazıyorum. Eğer bu tedbiri almamış olsaydık, bugün ayakta kalabilen tek bir Belediye olmazdı.
İşte bu öncelikler, Su Tüzüğünün uygulanmasını geciktirdi. Kuşkusuz bir başka gelişme daha yaşandı.
Belediyelere dönük olarak aldığımız bir diğer tedbirde, Belediyelerin 1976'dan itibaren ödemedikleri Elektirik ve devlete ödemedikleri vergi ve Su paraları sorununa dairdi.
Bunu da uzun ve çetin görüşmelerden sonra birlikte karara bağladık. Belediyeler Elektiriğe ve devlete dönük yükümlülüklerini ödeyeceklerdi.
Bunu da Maliye Bakanlığı, Beldiyeler Birliği ve İçişleri Bakanlığı çalışması ile sonuçlandırıp, Bakanlar Kurulu Kararı ile bağladık.
Ama bugün açıklama yapan Sayın Çavuşoğlu'nun Bakan olarak görev yaptığı 2009 sonrasının Eroğlu Hükümeti, ilk iş olarak bunu iptal etti.
Sonra eskiye dönüldü. Yeniden "ya beleş" işi başladı.
20013'den sonra kurulan CTP'li Hükümetlere ise yeniden bunun ağırlaşan sorunlarını çözme yükü düştü.
Üstelik bu tedbirleri alırken başlattığımız bir uygulama daha vardı.
Belediyelerinin çalışanlarına ödemediği Sosyal Sigorta ve İhtiyat Sandığı primlerini, devletin belediyelere verdiği katkıdan düzenli kesip, bu yükün ve ayıpın ortadan kaldırılmasını sağlanacaktı..Bunu da yaşama geçirdik.
Su konusunda da beleşciliğe alışıldığı için, devletten alınan suyun parasının ödenmemesi halinde de bu yolla bunun tahsili de gündemde idi. Böylece ciddiyetin yerleşmesi amaçlanmıştı.
Ama 2008 içinde malesef Mahkeme, bence yanlış bir kararla, bu uygulamanın sonlanmasına dönük karar verdi.
Bu karardan sonra, özellikle 2009 sonrası Belediyelere dönük aldığımız Bakanlar Kurulu Kararının da Sayın Çavuşoğlu'nun Bakan olarak görev yaptığı Eroğlu Hükümetince de iptali ile bütünleşince, bu öyle bir hale dönüştü ki LTB ve diğer Belediyelerin kısa süre içinde iflasını getiren süreç gelişti....
Sonuçta Erken seçimler gündeme geldi ve bu Tüzük uygulanamadı.

Araba Kırıldıktan Sonra .......
Şimdi bunlar mazaret, uygulayaydınız diye bir görüş ifade edilebilinir. Buna saygı duyarım. Zaten araba kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur.
Ama hiç kabullenmeyeceğim bir şey var.
Buda Sayın Çavuşoğlu'nun yaptığı açıklamadır. Madem çok güzel bir tüzük olduğunu ifade ediyorsun, yukarıda yazdığım durumlar nedeni ile bunu biz uygulayamadık.
E, sen, 2009-20013 arasında Tarım ve İçişleri Bakanı olarak, bugün çok doğru ve yerinde idi dediğin bu tüzüğü niye uygulamadın? Uygulasaydın destek olurduk. Üstelik o dönem sana çağrı da yaptım.
2016'da şimdi antlaşmada yer alan 2.30 TL'lik suyun fiyatının bileşenlerini açıkla diyen CTP'nin bu çağrısını, yerine getirmeyiz bunu değersizleştirmek için, CTP'yi suçlayacak diye bu açıklamayı yapmak, bizzat seni ele verdi..
Hade suçladın bizi, peki 2009-20013 arası sorumlu bakan olarak neden bunu uygulamadın? Hade bunu da söyle.
Artık bu mantığın körelttiği anlayışlardan uzaklaşmak lazımdır. Dün o şöyle idi, yok böyle idi gibi laf sokuşturmaları, hele de dünün gerçeklerini çarpıtarak, bugün kendini savunmaya çalışmakla, ne bir sorun aşılır, ne de yeni bir şey yapılabilir.
Bunun için dünün tecrübelerinden yeni işler yapmak lazımdır.
Üstelikte, nereden ve neden bozulmuşsa işler, öncelikle oradan düzeltmeye başlamakla sonuç alınabilinir.
İşte bu doğru ile, Sayın ÇAVUŞOĞLU'NA şunu ifade edeyim.
Bu ülkede Bozulma, cevizinin çuvalından oynamakla başladı.
Bunun için ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlilikten uzak işler yapıldı. Bunun için başkası suçlanarak, gerçekler örtüldü.
Gel bunu yıkalım. Sen önce 2.30 TL 'lik su fiyatının bileşenlerini açıkla. Üstelik, neden 2009-20013 arası o kutsadığın tüzüğü yaşama geçiremediğini anlat. Ben yazdım. Sende izah et.
Hade biz niyet ettik ve Belediyelerle kavga ettik. Bu yüzden parti olarak ve bende bireysel olarak bundan siyasi zarar gördüm. Peki sen ne yaptın? Popülizmin rüzgarında mı kaldın, yoksa kalanlar elini kolunu mu bağladı? Hade bunun da bir izahını yap.

Ferdi S. Soyer Haz 16 '16
SUYU TARTIŞMAK, VAR OLMANIN İŞARETİ....
Su konusu yine tartışmanın odağında. Böylesi önemli ve ciddi bir kaynağın tartışma konusu olması yadırganabilir.
Ancak görüldüğü kadarı ile tartışmaların özü ve içeriği olayın kendisine dönük değildir.
Bunun kıymetini ve değerini bilmeyeni, ifade etmeyeni daha görmedim.
Bu nedenle bu tartışmaları ve arayışları yadırgamayı da doğrusu anlamadım.
Yani, bu topraklarda yaşayan insanlar, düşünmemeli ve kendilerine söylenen her şeye ve söze; tavırsız, kayıtsız, koşulsuz uymaları mı gerekir?
O zaman nasıl halk, devlet veya toplum olunur? Eğer siz kendi düşünce dünyanızı ve toplumsal dinamiklerinizi canlı tutmaz ve devinim içine koymazsanız, nasıl iddia sahibi olursunuz?
Bu nedenle, gerek Türkiye'de, gerekse de Kıbrıs'ta SU konusunda yapılan tartışmaları yadırgayan ve bu tartışmaları boğmaya çalışanları hiç anlayamıyorum. Bunu yapan gerçekte, bu topraklarda yaşayan insanların dinamizmine ve halk olma devinimine kurşun sıkar.
Kimine göre yanlış olan görüşler de bu tartışma sürecinde ifade edilebilir. Buna dönük tavır ise hakaret veya sindirme tavrı olamaz.
Eğer demokratınız, en aykırı görüşlere hakaret veya sindirme ile yanıt veremezsiniz.
Hele yanıtınız devlet gücü ile sindirmek veya Türkiye'ye dönük sevgiyi istismar etmekse, bu tartışmalarda demek ki siz güçsüzsünüz. İnandırıcı da olamazsınız. Aksine korktuğunuz başınıza gelir, en önem verdiğiniz değerler, insanlar içinde içselleşmez.
Bu topraklarda insanları kendine göre yeterince Türk ve Müslüman yapmak hedefi ile hareket edenler bu tavırlarla bir yere varamadı. Aksi etkilere yol döşediler.
Ama hala bütün bu yaşanmışlıklardan ders çıkartılmadığı görülmektedir.
Bu metotlarla hem devleti, hemde Türkiye'yi kendi ellleri ile yıprattılar..
Bu yüzden beğenmediğiniz veya katılmadığınız görüşlere dönük, görüşle cevap vermelisiniz..
Böylece bu tartışmaları duyan, okuyan sizin gibi aklı ve izanı olan her insanımızda kendi görüşünü şekillendirir.
Bu halka güven duymanın temelidir. Kimse korkmasın, bu halk," ne davulcuya gider, ne zurnacıya". Bu toprakların insanı," iğne deliğinden dünyayı seyretme ve değerlendirme" kabiliyetindedir.
Siz kendinizi halk adına, her şeyi bilen yerine koyamazsınız.
Halk eğriyi, doğruyu değerlendirebilecek kapasitedir. Bu yüzden bu tartışmalardan ürkmek değil, aksine sevinmek gerekir.

HÜKÜMET ETME SORUMLULUĞU
Ancak Hükümet edenin bu süreçte ciddi bir sorumluluğu vardır.
Bakın, Hükümet, SU konusunda Türkiye ile görüşüp geçici dönem ile ilgili Protokol imzaladı.
Bu Protokol sorgulanmamalı mı?
Herşeyden evvel halk adına bu imzayı atan, açıklıkla tüm sorulara cevap vermelidir.
Çünkü bu işte izahı yapılması gerekenler var.
İmzadan sonra ilgili Bakan açıkladı.
"Türkiye suyun fiyatını 6.30 TL olarak istedi, biz tartışarak bunu 2.30 TL'ye düşürdük"dedi.
Şimdi bu açıklama ile ne ifade edilmek istendi? Çünkü 2 TL ile 6 TL arasında büyük fark var..
Bu açıklamayı yapan Hükümet eğer susarsa; "kesin sesinizi ve oturun oturduğunuz yerde, 2.30 TL'yi tartışmasız kabul edin, bakın Türkiye ne istedi", demek mi istiyor?bu suskunluğun hedefi bu mu? Yani insanlara ölümü gösterip, onları sıtmaya razı etmek mi istemektesiniz?
Niyet bu olabilir....
Ama ilgili Bakanın bu açıklaması ile çıkan bir başka sonuçta, demek ki Türkiye çok insafsız ve gaddar değerlendirmesi olmaz mı?
Bu mesaj bu şekilde içeriksiz verilirse, bundan çıkan anlam da bu olur.
Peki, o zaman başka sorular da ortaya çıkar?
Türkiye, suyun fiyatını 6.30 TL olarak ifade ederken hangi hesaplamayı yaptı?
Siz, 2.30 TL'ye bunu bağlarken hangi hesaplamayı yaptınız?
Çünkü, 2 TL ile 6 TL arasında büyük fark var. Bunun açıklığa kavuşturulması gerekir.
Bakın, suyun 2.30 TL olarak bağlanması ile ilgili olarak sorulan sorulara ilgili Bakan "Suyun fiyatını bilinen hesaplama ile yaptık" diye yanıt veriyor.
Madem öyle ve bilinen hesaplama yolu ile yaptınız, o zaman bunun bileşenlerini neden tek tek fiyat bazlı hala açıklamıyorsunuz?
Açıkla da bilinsin. Madem bilinen yolla bu yapıldı.
Yani, suyun bu fiyattan verilmesini sağlayan elektrik maliyeti şu, bakım-onarım, işletme gideri, kar şu kadar ve diğer faktörler de bunlar, yani maliyeti oluşturan tüm faktörlerin fiyatını tek tek neden açıklamıyorsunuz?

AMA.....
Ama iş elektiriğe geldimi farklı. Tümü bülbül kesiliyor.
Yakıt gideri şu kadar, personel gideri bu kadar, kayıp kaçak bu kadar, yatırım, bakım onarım şu kadar diye ayrıntılı maliyet hesapları havada uçuyor.
Bence doğru bir tavırla KIB- TEK'in ve EL -SEN'in yönetimi de bunları sürekli açıklıyor.
Bu açıklamalar üzerine başka insanlarda kendilerine göre değerlendirmeler yapıp bunları tartışıyor.
Elektirikte özelleştirmeye adımı atmak için bunu savunanlarda, bu verileri tartışmaya taşıyor.
Ayni şekilde verili durum bazında da özelleştirmeye karşı olanlarda görüş beyan ediyor, böylece elektriğin maliyetini ve fiyatını en ince ayrıntısında tartışır oluyoruz.
Ancak iş, su konusuna geldimi, maliyet üzerinden özelleştirmeyi savunanlar, SU konusundaki maliyet tartışmasında, dut yemiş bülbüle dönüyorlar..
Neden?
Bu soruya yanıt nedir? Su insanın en hayati ihtiyaçlarındandır. Acı dahi olsa, herşeyin açıklıkla bu konuda ortaya konması gerekmez mi?

GEÇİŞ DÖNEMİ PROTOKOLU
Peki imzalanan geçiş dönemi protokolu tartışılmamalı mı?
Bakın, bu Geçiş Döneminin ne kadar süre ile olacağına dair bu Prtokuolda bir ifade açıklıkla belirtilmiyor.
Bu arada bu Geçiş dönemi Protokolunda, Meclis'te onaylanan esas Protokolla ters hükümler de var.
Esas Protokolda ihaleyi KKTC devletinin açacağı hükmü var.
Şimdi geçiş döneminde ihaleyi DSİ'nin açacağı hükmü var. Neden?
Bu süre bir yıllık mı olacak? Yoksa daha uzun mu. Bu geçiş döneminin nasıl sonlanacağına dair bir hüküm de ayrıca yok? Buna kim, nasıl, hangi tesbitlerle karar verecek? Bu yok.
Buda yarının kavgasının temeli olacak. Bittiydi, bitmediydi. Şimdiden al başına derdi.
Bunu sorgulamak suç mu? Bu konuda hükümetin açıklama yapması gerekmiyor mu?
Peki, bu Geçiş dönemi için 2.30 TL olarak ifade edilen su fiyatı, geçiş döneminin sonunda ne olacak?
İlgili Bakanın açıkladığı Türkiye'nin talep ettiği 6.30 TL yeniden gündeme gelecek mi?
Bu konuda bir açıklama borcu yok mu, yönetenlerin?
Ayrıca, Meclis'ten onaylanan esas SU Protokolunda ihaleye KKTC tarafından çıkılacağı hükmü var. Ancak geçiş döneminde bu İhalenin DSİ tarafından yapılacağı yazılıyor.
Ayrıca Meclis'ten onaylanan esas Su Protokoluna aykırı bir şekilde, bu geçiş döneminde suyun yönetim, denetim ve gözetiminin DSİ tarafından yapılacağı imzalandı. Meclisten geçen esas Protokolda bunun devlet tarafından yapılacağı hükmü var.
Esasa aykırı olan bu durum nedir? Bu sorgulanmamalı mı? Meclis'te onaylanan iki devlet arasında imzalanan esas Protokola aykırı bu durum ne, diye sormak suç mu?
Çünkü Geçiş sürecinin ne kadar olacağı da açık değil?
Peki, DSİ bu geçiş döneminde bu iş için, KTMMOB bünyesinde yine bu devletin kararı ile kurulan ve elemanlarının DSİ tarafından eğitildiği birimden neden hizmet alımı yapmıyor diye sormak, ayıp mı?
Hem süre belli değil, hem fiyatin bileşenleri halka açıklanmıyor.
Peki, bu belli olmayan sürenin sonunda bu ihaleyi alacak olanın, yarın esas ihale çıktıktan sonra rakibi kim olabilir ki? Yani geçiş döneminin içinde bunu alan, kalıcı olacak diye düşünmek suç mu? Bu doğru mu?
Bütün bu ve benzeri konuları tartışmak, kanıma göre demokrasinin, açıklığın ve halka karşı sorumluluğun bizzat kendisidir.
Eğer siz bunları düşünenlere dönük sağlıklı açıklamalar yapmaz ve halkı veriler üzerinden aydınlatmazsanız, bu halka dönük görev yapmamış olursunuz.
Çünkü bunu yapmayarak, tartışmayan, düşünmeyen, dinamizimden yoksun bir toplum oluşturursunuz.
Böyle bir toplumda ne halk olabilir, ne de onun devleti, devlet olabilir.
Dünyadan kabul görmeyi, toplumsal var oluş için hedefleyen bir halk, bunları ele almazsa, dünyada değer verilen bir halk ve devlet olamaz.
Yani SUYU her açıdan tartışmak, bu topraklarda bir halk ve onun demokratik dinamiği olduğunun bir işaretidir.
Bu tartışmayı Belediyeleri para ile baskılayarak boğmak veya susuzluğun yakıcı acısı içinde, herşeyde razı bir hale insanları dönüştürmekle bir yere varılamaz.
Bunu hedefleyen varsa, bilsin ki bindiği dalı keser. Halkı halk olmaktan, devletin kurumsallaşmasını da öldürmekten başka bir şeye de hizmet etmez.
Bunu yapan Su gibi çok aziz bir olayı bu ülkeye ve insanına kazandıran Türkiye'ye karşı da görevini yapmaz.
Çünkü esas olan bu topraklarda canlı, dinamik bir toplumun olmasıdır. Yoksa su olduğu için yazayım. Balık gibi, içinde yaşadığı deryanın esaslarını düşünmeyen bir insanlar güruhundan başka bir şey olmayız. Bunun da kimseye faydası olmaz.
Ferdi S. Soyer Haz 10 '16
Sayfalar: «« « ... 2 3 4 5 6 ... » »»