tr

Kullanıcı blogları

Sonay Adem’i Anmak ve Hatırlamak... Bir insanı kaybetmek çok acıdır. Hele ortak değer ve ilkeler uğruna birlikte pek çok zorluğu aşmak için omuz omuza durduğunuz bir dostu, bir yoldaşı kaybettiğiniz zaman bir başka olursunuz. Ama ona sevginizi, güncel siyasetin anaforu içinde unutursanız , insan olma özelliğinizi de erozyona uğratırsınız. Ayni şekilde sizden siyasal değerler bakımından farklı insanları da kendi değerleri ve topluma yaptığı katkılarla hatırlamaz ve onlara değer vermezseniz, yine insan olmak değerini erozyona uğratırsınız. Bunun için yaşam yolculuğunda kaybettiğimiz tüm insanları, görüşü ne isterse olsun, anmak ve hatırlamak, insan olmanın temeli olan vefanın ve hümanizmanın gereğidir. Hümanizma ise, demokrat olmanın, sosyalist değerler temelinde ilerlemenin de ilk köprüsüdür. Bu nedenle her kaybettiğimiz dostu, arkadaşı, insanı hatırlamak ve anmak, insan olarak yaşam çizgimizde ilerlerken göz ardı etmeyeceğimiz değerdir. Bu nedenle Sonay Adem arkadaşımızı, dostumuzu kaybetmenin üzerinden bir yıl geçse de onu anmak ve hatırlamak önemlidir.

  Sonay Adem kimdir ve neler yaptı? Bu kısa, ama dolu dolu geçen yaşam çizgisinde gerçekleştirdiklerinin çok kısa değinmek gerekir. Çünkü bir yandan balık hafıza sorunu yaşanan günümüzde bunun görev olduğu kanısındayım. Hatta ona yönelik olarak kimi insanların yaşarken yaptığı, unutturma ve değersizleştirme gayretlerini, öldükten sonra, bu kez de susarak yapma gayretlerini, his etmekte bu görevi yapmayı zorunlu kılar. Sonay Adem Kimdir? 3 Temmuz 1957 yılında Baf'ın Arkimandria köyünde doğan Sonay Adem, 1964 olayları ile birlikte köyünden göç ederek, Baf Kasabasında yaşamına devam etti. Baf Kurtuluş Lisesine devam eden Sonay Adem, 1974’le birlikte Ailesi ile Kuzeye geldi. Kurtuluş Lisesini Güzelyurt'ta, ( Omorfo'da) tamamladı. Sonra ailesi ile birlikte Mağusa, Maraş bölgesine yerleşti. Bu dönemde kısa bir süre olsa da Baf Ülkü Yurdu Futbol Kulüp’ün de yer aldı. Daha sonra Türkiye’ye yüksek tahsile gitti. İÜ İktisat Fakültesindeki eğitimine ekonomik nedenlerle ara verdi. Ancak daha sonra Anadolu Üniversitesi Ekonomi ve İşletme Bölümünden mezun oldu. İstanbul'daki öğrencilik yılları içinde İKÖK ve KÖGEF'in aktif üyesi oldu. Kendini sosyalist değerler temelinde geliştirme yolculuğu burada başladı. CTP'ye üyeliği de bu dönemde gerçekleşti. Öğrencilik hayatına ara verip, adaya geldiği 1977-78 döneminde, CTP Maraş Ocak örgütü üyeliği ve yöneticiliği ile Kuzey Kıbrıs’taki siyasi yaşama aktif katılımın ilk adımını attı. Ancak yaşamak ve ailesine katkı sağlamak için Mağusa Gümrük Dairesinde işe girdi. Fakat görüşleri nedeni ile o dönemin ağır koşullarında yöneticiler ona bir seçenek sundu. “Ya işten istifa edecek ya da gazetelere ilan vererek sendikadan ve CTP'den istifa edecek”. Bu seçeneklere cevabı şu oldu. “ Ben her ikisine de hayır diyorum”. Böylece işine son verildi. Bundan sonra çeşitli zor işlerde çalışan Sonay Adem, Seracılar Kooperatifinde çalışmaya başladı. Çok zor koşullarda bu görevini yaparken evlendi. Gönül hanımla yaptığı evlilikten Kani, Güncel, Nicel isimli üç çocuğu oldu. Yaşamına ve mücadelesi ile çocuklarını büyütmeye kendi yağı ile ciğerini kavurarak kimseye boyun eğmeden ve minnet göstermeden kararlılıkla devam etti. Zorluklar yaşamının katığı oldu.  

 Sonay Adem, bu dönemde CTP Mağusa İlçesi yönetim kurulu üyeliğinde bulundu. Daha sonra o dönemde İlçe Başkanlığı görevlerini yapan Alper İnce ve Ergin İlktaç arkadaşlardan İlçe Başkanlığı görevini devir aldı. Bu görevi 20 yıl büyük başarı ile yerine getirdi. O dönem Mağusa İlçesi, İskele ve Karpaz ile birlikte idi. Bugünün koşulları ile değil, o günün dar imkanları ile birlikte bu görevi değerlendirdiğinizde bunun ne kadar ağır ve zor olduğunu görmek mümkündür. Sonay Adem, kendinden önce bu görevi yapan arkadaşların yarattığı değerlerin üzerine, yeni ve büyük değerler ekledi. Naci Talat, Aktan Sadık, Hüseyin Celal, Özker Özgür ve diğer tüm arkadaşlarla birlikte çalıştı. Ortak emek ve ayni zamanda kendisinin büyük emeği ve enerjisi ile CTP’nin , Mağusa ve İskele Karpaz'da üçüncü parti durumundan önce ikinci, sonra da birinci parti durumuna yükselmesinde, Sonay Adem’in tüm dostlar ve arkadaşlarla birlikte büyük emeği vardır. Bu dönemde ayni zamanda, CTP Parti Meclisi üyesi olarak en zor koşullarda politik karar alma süreçlerinde görüş ve bilgisi ile yaptığı katkılarda unutulmaz.

  1993 Aralık Seçimlerinde KKTC Meclisine CTP Mağusa İskele Milletvekili olarak seçildi. 20 yıllık milletvekilliği görevi döneminde, dürüst, çalışkan, bilgili ve mücadeleci kimliği ile saygın bir görev sürdürdü. Daha sonra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevini yaptı. Bakanlık döneminde, KKTC'de kayıt dışı çalışmaya son vermek ve insanlık dışı koşullarda çalışan işçilerin kayıt altına alınması işine dönük olarak tam bir devrim nitelikli uygulama başlattı. İş Güvenliği ve İşçi Sağlığı konusunda yasa yapımı, onun Çalışma Bakanlığı döneminde yasallaştı. Sosyal Sigortaların gelir ve gider dengesinin sağlanmasında önemli başarılar elde etti. Onun Çalışma Bakanlığı döneminde aktif sigortalı ve emekli sayısı 3’e bir düzeyine yükseldi. Ayrıca Sosyal Sigorta emeklilerinin basamak açılım ve düzenlemelerini Sonay Adem'in görev döneminde gerçekleşti. Böylece Sosyal Sigorta emeklileri, emekli maşlarında ciddi artışlar aldı. Günümüzde oluşan ciddi maaş düzenlemesi temeli onun Çalışma Bakanlığı döneminde oldu. Bu dönemde ilk defa KKTC'de Sosyal Sigorta emeklilerinin maaşları, Güneydeki Sosyal Sigorta emeklilerinin maaşlarının üzerine çıktı. Çalışma Bakanlığını devrettiği 2009 Nisan ayına kadar, asgari ücret, 1000 dolar karşılığına Sonay Adem'in Çalışma Bakanlığı döneminde çıktı. Bu düzey ondan sonra asla yakalanamadı. Hele günümüzde Asgari Ücretin 400 dolar civarında olması, onun emeğe ve emekçiye yaptığı katkıyı daha net görmemizi sağlar. Bakanlığı döneminde, ülke ile emekçilere ve iş yaşamına kazandırdığı devrim niteliğindeki yeni bir düzenleme, 1 Ocak 2008 itibari ile yürürlüğe giren ve Tek Sosyal Güvenlik niteliğinde olan Sosyal Güvenlik Yasasıdır. Bu yasa, hem sosyal sigortaların, hem Yerel Yönetimlerin ve devletin batışını engellediği gibi, tüm çalışanlara kamu özel ayrımı getirmeden ortak temel ve yeni, etkili haklar getirdi. Ayrıca hala değerini koruyan bir diğer yasa olan Basın İş Yasası da onun Çalışma Bakanlığı döneminde oldu. Günümüzde bu yasa akıllara gelmese dahi, her zaman değerini koruyan ve yarına daha iyi bir temel oluşturan unsurdur. Sonay Adem'in Çalışma Bakanlığında Esnaf Zanaatkârlar Odası oluşumuna yaptığı katkı ve bu Oda ile birlikte meslek ve çıraklık eğitimine getirdikleri düzenlemelerle oluşan katkılar, hala pek çok gencin meslek edinmesi ve iş sahibi olması yolunda ilerlemektedir. Bakanlığı döneminde 2008 itibari ile büyük engelleme kampanyalarına karşın çıkarttığı İşçi Sağlığı ve İş Güvencesi Yasası, hala değerini korumaktadır. Hele artan iş kazaları nedeni ile pek çok emekçinin hayatını kaybettiği ve ciddi yaralanmalar içine girdiği koşullarda önemi daha da artmaktadır. Bu nedenle Çalışma Hayatına kazandırdığı bu değeri yeniden hatırlamak gerekir. İş sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili başlattığı, ama ondan sonra arkası gelmeyen çalışmaların eksikliği nedeni iş kazalarını yaşadıkça, bunun önemi ve değeri daha da anlaşılır olmaktadır. Mecliste, Çalışma Bakanlığında ve CTP Milletvekili olarak yaptığı çalışmalar hala unutulmamıştır. 

  2014 yılında CTP'den ayrılarak, TKPYG geçen Sonay Adem, yalnız CTP'lilerin gönlünde değil ama tüm halkın gönlünde hala yaşamaktadır. O Yaşama gözlerini yumduğu ana kadar, kendine ve arkadaşlarına yaşam veren değerlerine bağlı kaldı. CTP’ye Federal Kıbrıs ve demokrasi mücadelesi ile emeğe ve emekçiye yaptığı katkı, bu uğurda akıttığı ter verdiği emek unutulmaz. Tüm yaşamı boyunca mücadeleye verdikleri için fatura uzatmayan, ama değerler uğruna çok fatura ödeyen Sonay Adem’i Unutmayacağız. Unutturmayacağız. Rahat uyu yoldaş. Senin emek verdiğin değerler yaşamaya devam ediyor. Gönül, Kani, Nicel, Güncel ve tüm dostların ve halkın seni yüreklerinde yaşatıyor. 

Ferdi S. Soyer Eki 26 '19
Çavuşoğlu Anastasiadis. Zor günler yaşıyoruz. Ama bu zor zamanda belli bir niyet temelinde, Kıbrıs Türk Toplumunun varlığı ve kimliği üzerinden yapılan tartışmalarda gündemimize taşınıyor. Bunu yapan siyasi odaklardan biri Sayın Anastasiadis'tir. O, Federal Çözüme karşıtlığını, “Siyasî Eşitlik ve Etkin Katılım” ilkesi üzerinden yapmaktadır. Bunu da üniter devlet savunuculuğu yerine, Kıbrıs Türk Toplumunun varlığı ve kimliği üzerinden yapmaktadır. Federal Çözüme ve bu ilkelere karşıtlığını; “ eğer Federal Kıbrıs çözümünde siyasi eşitlik ve etkin katılım olursa; Kıbrıslı Türkler, Türkiye’nin sesi ve eli olurlar, devlet işlevselliğini yitirir" diyerek yapmaktadır. Yani Kıbrıs Türk Toplumunun kimliksiz , iradesiz ve özgünlüğü olmayan bir toplum olduğu anlayışını, kendi toplumuna vermeye çalışmaktadır. Bu söyleminin Güneyde bir yer ettiğini de Federal Çözümü destekleyen Kıbrıs Rum barış güçlerinin açıklamalarında görmekteyiz. Çünkü AKEL ve diğer barışçı aydınlar, güçler, açıklama ve yazılarında dünden daha fazla olarak Kıbrıs Türk Toplumu içinde cesur ve barışçı güçler ve insanlar olduğunu vurgulamaya başladılar. Çünkü Federal bir ortaklık olacaksa, o zaman da partneriniz olacak olan eğer Sayın Anastasiadis'in dediği gibi ise bunu neden isteyesiniz ki. Çok ilginçtir ki Sayın Anastasiadis'in bu son derece aşağılayıcı, küçümseyici tanımlamasına; Kuzeyde yaşayan ve ana dili Türkçe olan milliyetçilerden tek bir karşı ses gelmedi. Çünkü onlar bu söylemin Federal Kıbrıs zeminini Rum Toplumu içinde erozyona uğratmak amacı taşıdığını çok iyi anlıyorlar. Bundan ötürü bu aşağılamayı süt dökmüş kedi gibi sinerek karşılıyorlar. Ama olayın diğer yüzünde ise Kıbrıs Türk Toplumunu Türkçe olarak kişiliksiz gösterme çabası da var. Sayın Çavuşoğlu’nun son söylemi buna yeni örnektir. Sayın Çavuşoğlu, Kıbrıslı Türk kimi sendikacı ve siyasilerin, Kıbrıslı Rumları; Türkiye’den daha fazla sevdiği veya tercih ettiğini söyledi. Peki bu söylemi duyan Türkiye’deki sıradan bir insan, Federal Kıbrıs veya karşılıklı kabul edilebilir çözüm sözü duyduğunda, bunu savunanın Türkiye’yi sevmediği ve Rumcu olduğunu düşünmesi gelişmez mi? Yani hem Türkçe hem de Yunanca olarak Federal Kıbrıs Çözüm seçeneğini yaralanmanın yolu, Kıbrıs Türk Toplumunun varlığını değersizleştirmek üzerine bina ediliyor. Bir taraf, Federal çözümde Türkiye’nin sesi ve eli olacaklar diyerek, siyasi eşitlik ve etkin katılım ilkesini, bu ilkel milliyetçilik üzerinden, kendi halkının gözünde şeytanlaştırarak Federal Çözümü darbelemek peşinde koşuyor. Diğer tarafta, Federal Çözümde Kıbrıslı Türkler Türkiye karşıtı ve Rum taraftarı olacaklar diyerek kendi halkının gözünde Federal Çözümü şeytanlaştırma çabası içine giriyor. Yani Türkçe ve Yunanca olarak Federal Çözümü darbelemek niyeti, Kıbrıs Türk Toplumunun özgünlüğü, iradesi ve kimliği yoktur vurgusu ile yapılmaya çalışılıyor. Ama herkes şunu iyice bilmelidir. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar kadar adalı ve yurtseverdir. Türkiye’yi Türkiye’de yaşayanlar kadar severler. Bununla kalmazlar; Yunanlıları, Arapları, Kürtleri, İsraillileri, Avrupalıları, Asyalıları Amerikalıları, Afrikalıları yani tüm insanları severler. Evet, sayıca küçüktürler ama yürekleri yurt sevgisi, barış, demokrasi ve insanı sevgisinin tümünü sığdıracak kadar büyüktür.  
Ferdi S. Soyer Eki 25 '19

“AB İÇİNDE İKİ AYRI DEVLET”

İkinci Bölüm.

Federal Kıbrıs tezinin ezeli karşıtlarının şimdi ulaştıkları nokta, gerçekte  tüm siyasetlerinin tükendiğinin göstergesidir. 

Çünkü, bu kesimlerin tümü, 1974 sonrası önce, “  Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Bu sorun 1974’le çözüme ulaşmıştır “ diyorlardı. Ancak bu ne toplumsal bazda, ne evrensel bazda bir karşılık bulmadı. Bunun üzerine 1980 yılların başından itibaren,  90’lı yılların sonuna ve 2000’li yılların  başına kadar bu tezlerini  revize etmişlerdi. O tezleri şu idi.

“ Çözüm Çözümsüzlüktür"..

Bu tez doğrultusunda nutuklar atıldı. Siyasî konuşmalar yapıldı. Makaleler yazıldı. Federal Çözüm isteyen siyasi güçleri, insanları ve sivil toplumu bu tez ile dövmeye kalktılar. 

Ancak özellikle 2000’li yılların başından itibaren, Annan Planının toplumsal tartışma gündemine oturması ile bu tez sahipleri en sonunda;  “ bizde çözüm isteriz , Amma” eki ile başlayan moda girdiler.  Çözüm ister  gibi görünmelerine  karşın, Federal Çözüm karşıtlığına devam ettiler.

Genç kuşaklar bilmez, ama o günleri yaşayanların bir kısmı da o “ Çözüm Çözümsüzlüktedir" saçma yaklaşımını unutmuş gibi davranıyor. 

Bu bakımdan günümüzde ayni çevrelerin, “ AB içinde iki ayrı devlet “ ifadesi ile bu söyleme  sarılmaları; Kıbrıs Türk Halkına yıllar kaybettiren o saçma, “ Çözüm Çözümsüzlüktedir” tezlerinin açık iflasıdır. Fakat bunun makyajlayarak devam ettirmekten de  geri durmamaktadırlar.

 Tıpkı yıllarca, “ AB Kıyma Makinesidir “ diye milliyetçi yaklaşımla   AB karşıtlığı yaptıklarını unutturmaya çalıştıkları gibi. Bu yaklaşımlarla AB'yi yani meydanı, Güneyin Bağnazlarına bıraktılar. 

Yani nereden, nereye geldiler!

 Ama geldikleri nokta hala, karşılıklı kabul edilebilir Federal Çözüme katkı üretebilecek bir yer değildir.

Tıpkı 11 Şubat 2014 Ortak Belgesinin altında imzaları olmasına karşın, onu içten içten ret etmek veya unutturmak kurnazlıkları gibi.

Önce, bu tez sahiplerinin bu sözde yeni, fakat  Federal Çözüm sürecini ve BM Parametrelerini sakatlamak  amacına  dayandırdıkları argümanlarını ele almak gerekir. 

MASA....

Önce  MASA meselesini ele almak gerekir. 

Bu tez sahipleri özellikle Crans Montana sonrası bir şey ifade ettiler. Bunlara göre artık MASA'ya, Konfederasyon veya AB içinde iki ayrı devlet tezi konmalıdır.

Bunu dile getiren Kuzey Kıbrıs'taki bu hararetli çözüm karşıtlarının söylemi ile Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Mevlut Çavuşoğlu'nun söylemi arasında dikkati çeken bir nüans fark olmasına karşın bunu çoğu kimse önemsemedi.

Sayın Çavuşoğlu konuşmalarında, Federal Çözüm;  Masadaki seçeneklerden biridir derken. Bizdeki eski  “çözümü  çözümsüzlükte” gören Federal Çözüm karşıtları, bunu hiç vurgulamadı . 

Aksine, Masaya  İki Ayrı Devlet veya Konfederasyon konmalı, çünkü Federal Çözüm Tükendi dediler. Yani Federal Çözümü seçeneklerden biri olarak dahi ifade etmediler. 

Evet, siyasette nüans farkları çok belirleyici olmayabilir. Ama nüans farklarını göz ardı ederek herkesi ayni görmek ise ileri ve barışçı demokratik  düşünceye hiç katkı sağlamaz. Bunu göz ardı edemeyiz.

Ancak bu noktada bunu değil, öncelikle Masa Meselesini ele alacağız. 

Bir kere, “ masaya konfederasyonu veya iki ayrı devleti “ götüreceğiz yaklaşım çok yanlıştır. Çünkü bu Masaya, yani BM temelinde olan Toplumlararası Görüşme masasına bunu götüremezsiniz. Neden mi?

Çünkü bu Masa, 1977 ve 1979 Doruk Antlaşmaları ile bunlara dayalı olarak BM Genel Kurulu ve BM Güvenlik Konseyinin iki tarafında kabul ettiği kararları ile kuruldu. 

 Ayni zamanda Masa;  iki tarafın yıllar boyunca sürdürdüğü görüşmelerde yakınlaştıkları konular ve yaklaşımlarla da oluştu. Bütün bunlara BM Parametreleri denir. 

Dolayısı ile “Masa” ve onu oluşturan tüm değerler, iki tarafın karşılıklı kabul ettiği ve BM Güvenlik Konseyinin bu temelde aldığı ilkesel kararlarla oluştu.

Yani İki Bölgeli, İki Toplumlu, siyasi eşitlik içindeki Federal Çözüm hedefine dayalı olarak o Masa vardır.

Bu temeldeki Masaya siz, iki ayrı devlet veya Konfederasyon çözümü önerisi götüremezsiniz. Güneyde MASAYA Üniter Devlet tezi götüremez. Bunları kim getirirse o Masayı bozan olur...

Ha iki tarafta bu Masaya Federal Çözüm Hedefi ile oturdu.

 Ancak Kuzey, yıllarca, adına Federal Çözüm diyerek Konfederal görüşler götürdü. 

Güneyde tıpkı Kuzey gibi, Federal Çözüm diyerek Masaya Üniter Devlet içerikli görüşler götürdü. 

Ama ne Kuzey Konfederasyonu, ne de Güney Üniter Devleti resmen Masaya koymadı.

Şimdi Masaya Konfederasyon veya İki Ayrı Devlet koyamazsınız.

Ha siz götüreceksiniz diyorsanız, o zaman da Güneyin masaya Üniter Devleti getirmesini sağlarsınız.

Ha, illa  Masada  bu konuşulmalı diyorsanız  ne yapmak gerekir?

Önce iki taraf arasında Federal Çözümün artık gündemden kalktığı ve bunun yerine İki Devlet esasında bir sonuç olması gerektiği ile ilgili bir yeni Doruk Antlaşması yapılması gerekir.

Yok işbirliği yapalım diye bir güya daha yumuşak bir ifade ile orada olmak isterseniz, emin olun ki Güneyde Mülkiyet ve inşaat işini masaya koyacak. 

Ayrıca bunu  bileceksiniz ki karşı tarafta  Üniter Devlet görüşü ile size cevap verecek.

Yani toplumlararası veya uluslararası sorunlar sizin tek taraflı isteğiniz ile şekillenmez.  Bunu diğer toplumun da kabul etmesi ve yeni bir Doruk Antlaşması ile imzalaması gerekir. 

Üstelik bu da yetmez. 

Bu yapılacak olan yeni Doruk  Antlaşmasının BM Tarafından da kabul edilmesi ve tüm uluslararası güçlerin de bunu benimsemesi gerekir.

Evet, Kıbrıs sorunu Toplumlararası bir sorundur. Garantörlerin de sorunudur. Ancak onlarla da sınırlı değildir. Uluslararası bir sorundur. ABD'nin, Rusya’nın, AB'nin ve tüm Orta Doğu ile Bölge ülkelerinin de ilgilendiği bir sorundur. Çin’i de unutmamak gerekir.

Kısacası böylesi çok yönlü uluslararası boyutu da olan bu meselede bilinen Federal çözüm temeline dayalı  BM zeminli masayı kaldırıp; yerine farklı ve iki devlet temelli bir başka Masa Kurmak kolay değildir. Bu  yıllar alacak, belirsiz bir serüvene yelken açmak demektir.

Üstelik bu iddianın yol alması için, “ adanın toprak bütünlüğü “ ilkesinin de ortadan kalkmasını; en başta iki toplumun ve Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve AB ile BM'nin ve ayrıca ABD, Rusya’nın, Güvenlik Konseyinin tüm üyelerinin  ve bölge ülkelerinin de benimsemesi gerekir.

Hele günümüzde; Suriye, Irak ve tüm bölgesel sorunlarda meselelerin, Toprak Bütünlüğü ilkesi temelinde çözülmesini savunan ve sınırların değişmezliği üzerinde lakırdı söyleyen günümüz siyaseti gerçeğinde; bu iki ayrı devlet meselesini nasıl ilerletecek  ve benimseteceksiniz ? 

Hele bu yaklaşımı gündeme taşıyan UBP ve HP çevrelerinin günümüzde; Federal Çözümden kaçmayı “ daha ne kadar bu belirsizlik içinde kalacağız “  argümana dayandırmaları ile bu nasıl bağdaşacak? 

Çünkü BM zeminin yıkarak,  Masaya,” Konfederasyon, İki Ayrı Devlet konmalıdır” diye söz söyleyenlerin bizden gizlediği gerçek,  yeni Masa Kurmak için yıllarca belirsizlik içine girmek demektir.

 Yani bu BM  Masasına, İki Ayrı Devlet veya Konfederasyon götüremezsiniz. Bunu götürebileceğiniz bir Masanın  kurulması ise   yıllarca sürecek bir belirsizlik demektir.

Kısacası bu sözde yeni yaklaşım, “ Çözüm Çözümsüzlüktedir “ diyen saçma tezin makyajlanmış halidir. Çözümsüzlüğün devamını  bu makyajla sağlamak niyetinden başka bir şey değildir. 

PAYLAŞMAK 

Üstelik bu tezlerini de “ belli olmuştur ki Rumlar Federasyon temelinde bizimle Yönetimi Paylaşmak istemiyorlar “ argümanına dayandırmaktadırlar. 

Peki o zaman neden İki Ayrı Devlet ile Konfederasyonu kabul ederek, Federasyonda Yönetimi bizimle paylaşmak istemeyenler tüm Adayı bizimle paylaşsınlar?

Ayrıca bu temelde  paylaşım, yalnızca Ada ile de sınırlı olmaz.

 Bu; AB ve BM üyeliğini ve uluslararası temsiliyeti de bizimle Federasyondan farklı olarak  paylaşmak değil, bize ayrı olarak sunmaları  demektir.

Sözüm bu görüş sahiplerine. Yönetimi bizimle paylaşmayalar bunları niye bize ayrı olarak sunsunlar?

 Yoksa onlara bunu, kafalarına vura vura mı kabul ettirme yaklaşımı veya hayali içindesiniz?

Bugün BM temelinde gelişen   Masa;  Kıbrıs Türk Tarafının ve Türkiye’nin büyük emeği ve çilesi ile oluştu. Bunu yıkmak demek, her şeyden önce yılların emek ve çabasını  inkardır. 

 Masayı yıkmak olamaz. Çünkü başka ilkelerle, başka Masa Kurmak, yıllara mal olur. Bunu savunanlar yıllarca,  “ Çözümü Çözümsüzlükte”  gören eski yaklaşımın makyajlı sahipleridir.

HÜKÜMET PROGRAMI VE SORUNLAR İLE SORULAR..  

Bu arada UBP- HP Koalisyonun Hükümet Programına AB içinde iki ayrı devlet olgusunu yazan bu  keskinler, çok başka değerlere de zarar verdiler. Üstünde durduğumuz dala balta vurdular. 

Bir kere şikayet ettikleri bu  Masada Kıbrıs Türk Tarafının Tezi, BM Temelinde süren toplumlararası görüşmelere, AB Doğrudan  Katılamaz yaklaşımı idi. Neden?

“ Çünkü bir yandan Güney Çözüm olmadan AB üyesi olmuştur. Kıbrıs Türk Toplumu dıştadır. Ayni zamanda Türkiye’de AB üyesi değildir. Ama Yunanistan AB üyesidir. Dolayısı ile AB Taraflıdır. Bundan dolayı AB Masada olamaz. Ancak kendisi ile ilgili konularda teknik konularla ilgili olarak Masanın kenarında onayımız ile olur" Kuzeyin tezi bu gerekçelerle şekillenmişti. 

Şimdi AB içinde İki Ayrı Devlet ifadesini,  önüne ardına bakmadan, sırf Federal Kıbrıs çözüm süreci sakatlansın kör bakışı ile Hükümet Programına yazanlar;  sürece AB'nin doğrudan katılımına dönük itiraz  yaklaşımını da yaraladılar.

Üstelik AB içinde iki ayrı devlet  temeli doğrultusunda kurulacak bir  Masa;  BM Temelinde değil, AB temelinde ve onun Patronluğunda kurulur. 

Yani, Kıbrıs Cumhuriyetinin üye olduğu. Yunanistan’ın üye olduğu. Türkiye’nin dışta, üstelik de  AB ile ilişkilerinin son derece gergin olduğu bu Konjonktürde, böylesi bir tezi, BM sürecinin alternatifti diye sunmak;  ulusal, toplumsal bir cinayettir. 

İleriyi görmeyen kısır yaklaşımla ortaya atılan bu iddia ile  bundan sonraki süreçte, AB'nin daha etkin olması taleplerine ne diyecekler? 

Ayrıca AB içinde iki ayrı devlet meselesini gündeme getirenler, Kıbrıs sorununun önemli yanlarından biri olan Mülkiyet Meselesine nasıl çare bulacaklar? 

Yani, hem AB üyesi olacaksın, hem de  AB Vatandaşı olan ve Kuzeyde mülk  bırakan Kıbrıslı Rumlara “bunun üstüne bir bardak su iç” mi diyeceksin?

Federal Kıbrıs Temelinde sırf çözüm olsun diye Mülkiyet Meselesine BM ve AHİM ‘in uluslararası barış  siyaseti için   hukuk temelinde geliştirdiği  yaklaşımları nasıl bu kadar pervasızca harcarsınız? 

Hadi o zaman AB içinde iki ayrı devlet diyenler, hemen Kuzeyde kalan Kıbrıs Rum mülkleri için tazminat işini de ele alın. Yoksa formülünüz bunu da Türkiye ödesin mi? 

Peki, AB içinde iki ayrı devlet diyenler. Hadi kolları sıvayın. 

KKTC Anayasanın Geçici 10. Maddesini hemen değiştirmeniz gerekir. Bununla değil AB üyesi olmak,  gancellisinden dahi geçemezsiniz. 

Hadi görüş beyan edin.  Derhal her alanda AB kriterlerini yaşama geçirmeye soyunun. 

Sahi, BM temelinde süren Toplumlararası Federal Kıbrıs görüşmelerinde ele alınan ve belli noktalara varılan  konuları; mesela Türkiye Vatandaşlarının Kıbrıs'a girişlerini ,  AB ile daha Vize Serbestliğini çözemeyen Türkiye gerçeği ile nasıl ele alacaksınız? Bir zahmet bir şey söyleyin. 

Kıbrıs ile ilgili ilişkilerde Türkiye ve Yunanistan’ın Devlet olarak  ve  Vatandaşlarının eşit muamele görmesi ilkelerini, Federal Kıbrıs çözüm sürecinde ele aldığımız gibi ele alabilecek misiniz? Çünkü bu temeldeki  görüşmelerde Patron AB olacak. Masa onun dominatlığında olacak. 

Peki, Federal Kıbrıs çözüm sürecinde elde edilen, Kuzeyde mülkiyet ve yerleşme temelinde sınırlama konularını nasıl ele alacaksınız?  Bunları da ele alıp düşündünüz mü? Yoksa kervan yolda düzülür laçkalığına mı toplumu sürükleyeceksiniz?

Bir iddia sahipleri bunu her  yönü ile halka sunmak zorundadır. Diğer soruları bıraktım, hadi bunlarla ilgili görüş ve yaklaşımları dile getirin. 

Bu soruları daha da uzatabilirim. Ancak bu tez, bu güne kadar Kıbrıs Türk Tarafının  ve Türkiye’nin çözüm sürecinde iğne ile kuyu kazarak elde ettiği tüm değerleri bir çırpıda yok etme potansiyeli taşıyan bir öngörüsüzlüktür.

Bunlar ne için yapılıyor? 21. Yüzyılda o eski çıkmazı, yani, “ Çözüm Çözümsüzlüktedir” yaklaşımını  beslemek için bu yeni makyajı ileri sürülmektedir. Buna dönük uyanıklığı elden bırakmamak gerekir.


Ferdi S. Soyer Haz 16 '19
Ferdi Sabit Soyer . Niyazi Kızılyürek’in AP adaylığı ile ilgili değerlendirme. Niyazi 


Kızılyürek'in AP Adaylığı, “ Ortak Hain”... Sayın Niyazi Kızılyürek'in AP adaylığı toplumda tartışılıyor. Ancak bu tartışmaya baktığımızda savunanların ve eleştirenlerin argümanları öz itibari ile klasik yaklaşımların ötesine geçmiyor. Karşı çıkanların argümanları “ Rumların oyunu veya üniter devlet amaçlarına hizmet “ klasik söylemine sıkışıyor. Bundan ayrı olarak , bilinen zemini sarsma endişesi ile bu adaylığa kuşku ile bakan Federal Çözüme inanmış kimi insanlar ve kesimler de var. Destekleyenlerin adaylığa bakışı ise yalnızca Kıbrıs sorununun çözümüne kapı açmakla sınırlı oluyor. Evet, farklı bir durum oluşur ve eğer Syn Niyazi Kızılyürek seçilirse, bu tek başına iki bölgeli, iki toplumlu Federasyon çözümüne yol açmaz. Tıpkı Syn Kızılyürek'in aday olması ve seçilmesinin 1964 statükosunun kabulüne yol açmayacağı gibi. Yani kendimizi eski ezberlerimizin içine sıkıştırarak bu yeni olguyu değerlendiremeyiz. Bu nedenle , ister Kıbrıs sorunu ile ilgili, isterse ekonomik demokratik sorunlarla ilgili olsun söylemler, klasik olanın içine sıkışırsa, orada entelektüel derinlik kalmaz. Bırakın derinliği, akıl ve yaratıcılıkta da tutukluk başlamış olur. Çok eskiye gitmeyelim. Son 5 yılın ister sağ, isterse sol siyasi söylemlerini ele alın, bunları yan yana koyun, göreceksiniz temel sorunlara dönük karşıtlık ve eleştiri argümanların tümü, bir tekrardan başka bir şey değildir. Bu ise ne derseniz deyin, sonuçta toplumun yaratıcılığını erozyona uğratır akıl ve entellektüel birikimini kemirir. Halbuki sorunların ele alınması için toplumda bugüne kadar var olan birikimleri ve yapıları göz önünde bulundurarak bunları; yeni dünya ve bölge koşulları ile ve toplumun içinde gelişen, farklılaşan üretim ilişkileri, sınıfsal değişimler ile irdeleyip senteze böyle gitmek gerekir. Bu nedenle farklı olan bir tavır ve tutumu, klasik söylemle, bilinen refleksle ele almamak gerekir. Eğer olayı böyle ele almazsak, bu yeni ve farklı tavırdan esas sorunun aşılmasına yönelik olarak ne yeni bir enerji çıkar, nede yeni bir duruşun gelişmesi yol alır. Niyazi Kızılyürek'in Adaylığı.,. Sayın Niyazi Kızılyürek, AP seçimleri için aday oldu. Bunun hukuki zemin var. Bu nedenle Adaylığını Güneyden ve AKEL’den koydu. Güneyden adaylık koymasına iki tür tepki geldi. Bunlardan biri klasik anti- komünist tavırla doludur. Ayrıca bu anti- komünist yaklaşıma katılmamakla birlikte, bu adaylık acaba 1964 statükosuna destek olur mu kuşkusu var. Bu endişe Federal çözümü destekleyen bazı kesimlerde de var. Ancak öncelikle ben merak ediyorum eğer Sayın Kızılyürek hukuki zemini olsa ve adaylığını örneğin Alman Sosyal Demokrat , Yeşiller Partisi veya Sol Partiden koysa idi; insanlar ne yapacaktı? Onu bugün kınayanlar, destekleyenlerle birlikte kahraman ilan edeceklerdi. Örnekleri var. İngiltere’de bırakın Parlamentoyu, Belediye Meclis üyeliğine KKTC'ye bakışı ve resmi siyaseti negatif olan İşçi Partisi, Liberaller veya Muhafazakarlardan bir Kıbrıslı Türk aday oldu mu, gazetelerde destek manşetleri yer alır. Buradaki partiler ve onların Londra örgütleri, bu adım üstüne destek demeçleri verir. Evet bu olumlu bir olaydır. Umulan ise, bu izole koşullarda orada yaşayan insanlarımız ve Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıslı Türk Toplumunun, o platformlarda bir zemini, bir sesi olmasıdır. Ancak bunlar yaşanırken kimse, “ bu insanlar bizi temsil edecek veya edemez” gibi bir tartışma da yapmaz. Çünkü bu, izole koşullarda Kıbrıslı Türklerinin görünürlüğüne destek ve katkıdır. Esas budur. Tıpkı bunun gibi Sayın Niyazi Kızılyürek’in ve nede onu bu adımda destekleyenlerin beklentisi onun Avrupa Parlamentosunda toplumu bu statüde temsil etme, meselesi değildir. Bundan ötürü bu adıma kuşku ve endişe ile bakanların buna temsil meselesi üzerinden bakması doğru değildir. Üstelikte Sayın Kızılyürek böyle bir iddiası ve konumu olmadığını kendi yazdığı makalelerde defalarca işlemiştir. Ancak bu olayı; çözümsüzlükten ötürü mağduriyet yaşayan ve Çözüm sürecinde ciddi bir tıkanıklığın yaşandığı günümüz koşullarında, tüm bu olumsuzlukları yeniden tartışılır kılmak ve bu olumsuz şartları sarsma potansiyeli olasılığı üzerinden ele almak gereklidir. Bu olayı, AB içinde önemli bir organ olan AP indinde gelebilecek olan yeni zeminler üzerinden değerlendirmek gerekir. Çünkü bu adım , Kuzey ile Güneydeki ezberler dışında çok yeni bir durumdur. Dolayısı ile yeni olanın, eski klasik sıkışmaları yerinden oynatma potansiyeli var. Bu olumlu potansiyel olduğu gibi, bu adımın, yeni belalar üretmesi de söz konusu olabilir. Bu bakımdan olayı bu ikili temel üzerinden değerlendirmek gerekir. Bir kere bu adaylık için en büyük endişe ve yeni bela üretme potansiyeli; bu adımın, üniter devlet peşinde koşan ve günümüzde artık kesin olduğu şekli ile Kıbrıs sorununu hala 1964 statükosu üzerinden okuyup, bunun üzerinden sonuç elde etmeye çalışan Güneyin Bağnaz politikacılarına zemin vereceği kuşkusudur. Bunu ele almak gerekir. Ancak bu belanın en büyük panzehiri bizzat adayın kendisidir. Çünkü Sayın Niyazi Kızılyürek, bir bilim insanı olarak, Kıbrıs sorununa Federal Temelde ve BM Parametreleri bağlamında bir çözüm bulunması mücadelesinin kararlı bir taraftarıdır. Bu temelde rüştünü çoktan kanıtlamıştır. Sayısız kitabı, makalesi , konuşması ile bu konuda net duruşu vardır. Tüm geçmişini bir yere bırakıyorum. Yalnız Crans Montana zirvesinden sonra Sayın Anastasiadis'in siyasi eşitlik ve etkin katılım gibi Federasyon tezinin ve Kıbrıs’taki Federal çözümün özünü ve esasını doğrudan ilgilendiren konudaki yanlış tavrına karşı çıktı. Bu konuda, çok net ve açık oldu. Kıbrıs Üniversitesinde çalışan bir akademisyen olarak, Federal Çözüm ve siyasi eşitlik ile etkin katılım konusunda Sayın Anastasiadis'in ön vermesi ile” azan” ELAM'cılar ve Güneydeki diğer anti- federasyoncu güçlere karşı, siyasi eşitlik ve etkin katılım konusunda, esaslı bir federalist olarak ürkmeden, korkmadan görüş açıkladı, tavır aldı. Açıklamalar, makaleler Kuzeyde ve Güneyde yayınlandı. Konuşmalar yaptı. Hem de bunları açık bir şekilde ayni zamanda Güneyde de yaptı. Risk aldı. Federal Çözümü savunan her Kıbrıslı Türk ve Rum gibi. Yani Güneydeki Kıbrıs Üniversitesinde yer alan bir akademisyen olarak bu konuda, “ ekmek parası, can güvenliği “ falan gerekçelerinin arkasına saklanarak “ gavro gibi yan yan gitmedi”. Güneydeki bağnazlardan da tepki aldı. Kuzeyde de ayni şekilde anti-federasyonculardan da tepki aldı. Ana Dili Türkçe, Ana Dili Yunanca olan anti-Federasyoncuların “ortak haini “ oldu. Yani, siyasi eşitliği ve Federal Kıbrıs’ı kararlılıkla savunan bu adayın şahsında, ne üniter devlet, ne de iki ayrı devlet yer bulur. Olayın bir başka yönü daha var. Diyelim ki Sayın Niyazi Kızılyürek AB’ye seçildi. Onun Ana Dili ne? Türkçe. AB ve AP üye olan “ Kıbrıs Cumhuriyetinin” Anayasasında, Cumhuriyetin resmi dilleri ne? Yunanca ve Türkçe. Ama, AB ve AP üyesinin Anayasasında yazan resmi dillerden biri olan Türkçe oranın resmi dili değil. Bu zaten bildiğimiz bir çelişki. Evet Sayın Kızılyürek ana dilinden ayrı Yunanca , İngilizce, Almanca ve başka diller de biliyor. Elbette ki AP yer alan parlamenterlerin çoğu kendi ana dilleri haricinde de başka diller biliyor. Ancak AB üyesi ve AP mensubu olan Anayasasında resmi dillerinin ne olduğunu yazan fakat , resmi dillerden birinin, onun ana dili olması gerçeğine rağmen oranın resmi dili değildir. Sayın Niyazi Kızılyürek'in seçilmesi ile birlikte bu çok açık olarak gözükecek. Bu 1964 ve 1974 statükolarının gerçeğe dönük sürdürülemez oluşunu, yeniden ortaya koyacaktır. Bu adaylığın gerçekleşmesi ve Sayın Niyazi Kızılyürek'in seçilmesi halinde bundan ayrı olarak Kıbrıs sorunun nedenleri ve çözüm süreci ile ilgili bilimsel gerçeklerin dengeli olarak ortaya konması zemini de gelişir. Bundan kimin çıkarı olur? Her iki toplumun ve Kıbrıs'ın. Ayrıca artık bırakın yalnızca Kıbrıs’ın iki toplumunu, Türkiye’nin AB ve AP ile gerginleşen ilişkileri ve Türkiye ile Yunanistan’ın gittikçe daha da ısınan ilişkilerini en azında soğutmaya ve ılımlaştırmaya ihtiyaç yok mu? Bu konuda en küçük bir adım bile değerlidir. Düşünün ki Marmara depremi Türkiye'ye ve insana çok acılar ve yıkımlar yaşattı. Ama bu acıları yaşatırken, Türkiye ve Yunanistan’ın ilişkilerinin yumuşaması gibi bir hayra da katkı sağladı. Buna dünden daha fazla ihtiyaç var. Sayın Niyazi Kızılyürek'in adaylığı ve kazanarak sonuca gitmesi, Türkiye ve Yunanistan'da da bilinen bir bilim insanı olarak bu ilişkilerin gelişmesine olumlu etki yapacak bir yanı da var. Bugüne kadar, bu üç ülkede takip ettiği bilimsel çalışmalar ve etkinler toplamı üzerinden bunu değerlendiriyorum. Evet, onu bir “süpermen ” gibi görmem ve göstermek de istemem. Ancak bireyin, bu tıkanıklıklar içinde olumlu etkisi, genel olumsuzluğu aşmakta katkı koyan bir noktadır. Bu nokta ise önemli bir değerdir. Belki bu nokta, üzerine kaldıraç konabilecek bir dayanak odağı oluşmasına katkı sağlar. Böylece onun üzerine konacak bir kaldıraçla, Kıbrıs ve Ege ile Doğu Akdeniz’de üç ülkenin halklarının üzerinde ağır bir yük olarak duran gerginlik ve düşmanlıkların kaldırılmasına katkı sağlar. Bunun için Sayın Niyazi Kızılyürek'in adaylığına klasik bakış açıları ile karşı çıkmak yanlıştır. Ancak bunu iki bölgeli, iki toplumlu siyasi eşitlik içindeki Federal Çözüm perspektifinin dışında değerlendirmek ve bu bütünden kopartmakta o denli yanlıştır. Ona başarılar dilemek ve bu yeni durumu olumlu ve hem adadaki barış için, hem de Türkiye Yunanistan arasındaki ilişkilerin yumuşamasına katkı için değerlendirmek gerekir. Bunun için ona bu zor ve yeni yolda moral vermek ve seçilmesi için destek olmak, ana dili Türkçe ve Yunanca olan Federal çözümü hedef gören tüm Kıbrıs insanın derdi olmalıdır. Bilinen zeminlere, bilinmeyenden yeni katkılar çıkartarak, olumlu birikime ilave etmek, barış zeminini zedelemez. Aksine yeni bir güç katar. Bu yeniyi Kıbrıs’taki Barış yürüyüşüne eklemek çok önemlidir. 

Ferdi S. Soyer Oca 30 '19

Ersin Tatar ve Serhat İncirli....

Son zamanlarda ya dar siyasi rekabet veya kısır ideolojik çıkarlar için yapılan tartışma değil ama siyasi laf aytışmalarına bir konu daha girdi.

Bu ise, Kalan T ‘de program yapan Sayın Serhat İncirli'nin niye UBP Genel Başkanı Sayın Ersin Tatar'ın sahibi olduğu o tv'de program yaptığı ile ilgili laf sokuşturmalarıdır.

Sayın Ersin Tatar, siyaseten kendisi ile farklı söylemleri olan Sayın Serhat İncirli'nin Kanal T’de program yapmasına dönük laf sokuşturmalarını; “ üstüme bu konuda gelmeyin, oranın işletmesini eşime devrettim” diye karşılamaya çalışıyor. Bu beni daha da üzüyor.

Ancak, üzülerek görüyorum ki basın özgürlüğüne duyarlı pek çok demokrat insanda, ortaya atılan bu topun peşinden koşarak, olayı dar siyasi çıkar aracı haline döndürmeye başladı.

Hele Sayın Tatar'ın Kıbrıs sorunu ile ilgili katılmadığım görüşlerini bir Genel Başkan olarak ifade etmesi ile bu arttı." Vay böyle den ama işte böyle diyenler Kanal T 'de".Ne acıdır ki bunu ifade edenler her iki cenahta da var. 

Bu nedenle konuyu  ellemek gerekir. Çünkü, Sayın  Serhat üzerinden Sayın Ersin'e vurmak veya Sayın Ersin üzerinden Sayın Serhat'a  vurmak esas olarak çok sesli basın özgürlüğüne vurmak demektir,

Sayın Ersin Tatar’a söylenmek istenen şudur, “ Ya durdur bunu, yada terbiye et, kontrollü konuşsun”

Sayın Serhat İncirliye ise söylenmek istenen şudur, “ Ya dilini tutan ve kontrol altına giren, yada peşini bırakmayacağız ve seni oradan kovdurtacağız”.

İnsani ilişki bir yana, her iki kişi ile de ciddi politik ve düşünsel farklarım var. Tüm politik yaşamım boyunca her ikisinden de yüreğimi delen ve geçen sözlerin ve yaklaşımların muhatabı oldum. 

Ancak, ne kadar kendimce doğru kabul etmediğim yaklaşımların muhatabı olsam dahi, bu iki kişinin  Kıbrıs sorunu konusundaki farklı yaklaşımları nedeni ile  dövülmelerini kabul edemem.

Çünkü bu basın özgürlüğü ve çok sesli demokrasiye inancımla bağdaşmaz. 

Bu nedenle özellikle demokrat ve basın özgürlüğüne saygılı olduğunu ifade edenlerin, siyaseten Sayın Ersin Tatar’a  veya Sayın Serhat İncirli'nin görüşlerine karşıtlıkları veya dün yaşadıkları çelişkiler nedeni ile basın özgürlüğünü ve çok sesliliği darbeleyecek bu demagojik topu, tepmemeleri  gerekir.

Eğer Sayın Tatar bu işte yenilirse, Sayın İncirli’de bu olay nedeni ile” gavro gibi yan yan giderse” onlar kaybetmeyecek. Basın özgürlüğü ve çok seslilik kaybedecektir.

Varsın bana, benim gibi olanlara eleştiri adına kimi zaman aşağılama yapsınlar, varsın farklı görüşlerimizi ifade edelim. Ancak  görüşleri üzerinden kimsenin yere vurulmasına yol açmayalım.

Bu yüzden en masum görüntü içinde bile olsa, Sayın Tatar'ın üzerine Sayın Serhat İncirli ile veya Sayın İncirli’nin üzerine Sayın Tatar üzerinden gitmek, demokratik değerleri pas pas etmektir.

Farklılıkların, demokratik saygı ve demokratik birlik temelinde yan yana var  olma değer ve önemini bilerek, siyasi ve ideolojik kısırlıklar veya yaşanan kimi çekişmeler üzerinden “oh olsun’ fırsatçılığı ile bu işe dönük vur abalıya gitmek demokrasi dalına bıçkıyı kendi elimizle sürtmek demektir.

Demokratik hukuk devleti ve çok sesli basın olgusunu, gerekçe ve öfke ne isterse olsun yaralamayalım. Bu iş üstünden Sayın Tatar’a ve Sayın İncirliye indirmek, demokrasi ve çok sesli basın özgürlüğüne kurşun sıkmaktır.


Ferdi S. Soyer Ara 24 '18

UBP Kurultayı Üzerine Değerlendirme...

UBP Kurultayı gerçekleşti. Sonuç alındıktan ve yetkili kurullar da Genel Sekreterlik ve Merkez organları seçimleri tamamladıktan sonra UBP Kurultayını değerlendirmek  istedim.

 Siyasi partilerin kendi değerleri içinde Kurultaylarını gerçekleştirmelerine duyduğum saygıdan ötürü bu gecikmiş değerlendirme yazısını kaleme aldım.

Çünkü, Kişiler ve egolar üzerinden , pek çok insanı karşıt olarak koyup, tümünü de itibarsızlaştıran bir kampanya yürümektedir. Siyasetin magazinleşmesi yaşanmaktadır.

Kuşkusuz bunu yalnız niyeti farklı partiler ve  bazı odaklara bağlamak ta doğru değildir. Maalesef bunu besleyen esas unsurlardan biri de, partilerin içinde amacı, yalnızca kazanmak ve bunun da rakip gördüğü kendi partili arkadaşlarını itibarsızlaştırmakta gören  parti içi odaklar da olduğu nettir.

Bu nedenlerle partilerin Kurultay süreci içinde o partilerin kendi iç dinamiklerine duyduğum saygıdan ötürü, bu iş bittikten sonra değerlendirme yapmak istedim.

Bu değerlendirmeyi de bu Kurultaya gelene kadar UBP içinde tümü de birbirini besleyen son 6 yılın siyasi gelişmeleri bütünü içinde  yapmak gerektiğine inanıyorum . Çünkü Sayın  Hüseyin Özgürgün’ün bu dönem içindeki siyasi serüveni, son Kurultay’daki sonucu üretti. Üstelikte bu sonucu üreten etkenler Kurultay sonrası UBP Genel Başkanlığına gelen Sayın Ersin Tatar'ın da siyasi geleceğini etkileyecektir. 

SİYASAL FİNANSMAN 

1.Son UBP Kurultayının en önemli sonuçlarından  biri, siyasi finansman konusunun yasal açıdan denetlenmesi ve hesap verilir olmasının  önemli olduğunun artık net olarak ortaya çıkmasıdır.

Çünkü bu Kurultay sürecinde 4 aday vardı. Bu adayların en az üçünün bilboardlarda ayrı ayrı afişleri yer aldı.

Gazete reklamları. Ayrıca anket şirketleri aktif olarak Kurultay sürecinde yer aldı. Her adayın her ilçede ayrı ayrı düzenlediği yemekli toplantılar, üyelerle buluşmalar. Broşür ve diğer materyaller hep ayrı ayrı yapıldı.

Ayrıca bazı medya organları belli adayların aleyhine, belli bir adayın lehine  yayınlar yaptılar.

Bunların tümü ciddi mali kaynak ister. Bu adaylar ve onları destekleyen odaklar, elbette ki bu kampanyaların finansmanı için önemli kaynaklar sarf ettiler.

Peki bu kaynaklar nereden geldi? Ne kadar sarf edildi? Bunlar yasal açıdan sorgulayacak olan merci neresidir? Eğer bu ciddi ciddi ele alınmazsa, bir parti Kurultayında bunca harcama yapıldıktan sonra Genel Seçimlerde neler olur neler. 

Siyasetin finansmanında belli güç odakları pervasızca etken oluyor.

Siyasetin finansmanında etken  olan odaklar, “ gaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” anlayışı ile siyasetin gizli belirleyicileri olacaklar....

Bir parti Kurultayında bunca kaynak sarf edilerek sonuç almaya çalışılırsa, artık siyaseti yalnızca parası olanlar veya finansmanı sağlayacak olanların etkisinde olanlar  yapabilir. Bu yüzden artık siyasetin finansmanı sorunu daha etkin olarak tartışma odağına girmelidir.

HUKUKİ YAN..

2.Kurultay sonucuna göre UBP Genel Başkanı olarak Kurultaya giden Sayın Özgürgün Kurultay seçiminde ikinci geldi. Diğer iki adayın, Sayın Ersin Tatar’ı destekleyeceğini açıklaması üzerine de ikinci tur için yapılacak seçim öncesinde  Sayın Özgürgün, adaylıktan çekildiğini açıkladı. Böylece %34 oy alan Sayın Ersin Tatar, UBP Genel Başkanı olarak divan tarafından ilan edildi.

Bu durum UBP iç hukuku bakımından kimse itiraz edemez. 3.ve 4. Gelen adaylar 1. Gelen aday lehine tavır açıkladığı, ikinci gelende bunun üzerine çekilince buna kimse itiraz edemez.

BİRLİK KURDU AMA...

3.    Ancak durum siyaset açısından ele alınmalıdır.

 Çünkü Sayın Özgürgün, özellikle UBP’nin  ciddi iç siyasi kriz yaşadığı dönemin sonrasında Genel Başkanlığa geldi.

 UBP'nin  2010 itibari ile Genel Başkanı olan Sayın İrsen Küçük'e dönük olarak Sayın Derviş Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı makamındaki ve UBP içindeki ağırlığını kullanarak yaptığı etik olmayan mücadele bu gelişmelerin başlangıcı oldu. Sonuçta UBP'nin  mahkeme kapılarına da düşmesini getiren bu süreçte   Sayın Özgürgün, Sayın İrsen Küçük’ün karşısında olmamıştı. 

Hatta Kurultay Başkanı olarak, İrsen Küçük muhaliflerinin ve Sayın Eroğlu’nun tepkisini çekmişti. 

Daha sonraki süreçte UBP içindeki ağırlığını kullanarak Sayın Eroğlu, Kurultayda hal edemediği İrsen Küçük'e karşı bu kez DP ile kurduğu bağ ile bir kısım UBP  milletvekilinin UG adı altında DP'ye geçmesini teşvik etmişti.

2014 Erken seçimlerini tetikleyen ise o dönem Sayın Eroğlu ile hareket eden bazı UBP milletvekillerinin “ Eğer muhalefet İrsen Küçük Hükümetine güvensizlik oyu verirse bunu destekleyecekleri “ açıklamasını basında yapmaları idi.

Bunun üzerine  bilinenler yaşandı. Erken seçim oldu. Bu seçimde Sayın Eroğlu’nun UBP tabanına “ bu seçimde DP'ye oy vermenizi istiyorum” diye tavır açıkladığı bir siyasi hakikattir. 

Bu sürecin içinde Sayın Hüseyin Özgürgün partisinin ve Genel Başkan ile kendi değerlerinin yanında durdu. Partisinden sapmadı.

Sayın Eroğlu, bir yandan UBP’nin seçimde başarısızlığı için uğraştı. Öte taraftan da Sayın İrsen Küçük ‘ün erken seçimde milletvekilliğini kaybetmesi için de parti  içi tüm oyunlar oynandı.

 Sonuçta UBP oy kaybederek seçimden çıkarken, Sayın İrsen Küçük’te seçimi kaybetti. 

Seçim sonrası CTP -DPUG hükümeti kuruldu. Ancak bir müddet sonra yapılan erken UBP Kurultayında Sayın Özgürgün Genel Başkan seçildi.

UBP Genel Başkanı olarak Sayın Özgürgün, kısa süre içinde UBP içindeki bu kırılmayı, Sayın Eroğlu ile yakınlaşarak ve ayni zamanda seçimde DP listelerinden seçilen UG'li eski UBP'lileri yeniden partisinde buluşturma çalışmasını yaptı ve bunu  başarı ile yerine getirdi. 

Böylece kendi sonunu getiren ilk yolu UBP’yi birleştirme sürecinde kendi döşedi. 

Bir müddet sonrada CTP - DP koalisyonun bozulması ile Sayın Özgürgün CTP ile Koalisyon yaptı.

Bu gerçekten önemli bir adımdı. Ancak dönemin özelliği nedeni ile Hükümette görev almadı. Belli ki başka hesapları vardı. Buna da yol açmak için bu adımı attı. 

Hükümete gelmek  ona UBP içinde güç verdi. Nitekim arkasından gelen Kurultay’da Sayın Ersin Tatar’a karşı Kurultayda  başarı elde etti. Bu  hesabın bir parçası idi.

Bir müddet sonra Kurultay sonrası parti içinde  konumunu güçlendirince, CTP ile koalisyonu bozdu. DP ile Koalisyon kurdu. Başbakan oldu. 

Bu süreç içinde partisinin birliğini kendine göre bu adımlarla oluşturdu. 

Bütün bunları yaparken ne Sayın Eroğlu’nu, ne DPUG'ye giden UBP milletvekillerini, nede kendisine Kurultay’da rakip olan Sayın Tatar ve destekçilerini partiden dışladı. 

Partisinin iç birliğini tüm çelişkilere karşın sağladıktan sonra bu kez de seçime giderken ortağı DP milletvekillerini de partisine kattı. 

Yani  2018 seçimlerine, hem partisinde bir birlik sağlayarak, hem de  DP’den yaptığı transferlerle sağda merkez ve odak parti  olarak girdi. 

Böylece hem partisinde hem sağda  motivasyonu UBP odaklı diri tutu ve seçimi kazanan UBP Başkanı oldu.

Ancak hükümet olamadı. Başbakanlığı kaybetti. 

 Bunca manevra ona bu  yanı ile avantaj sağlarken, diğer yani ile de ayak bağı oldu. 

Çünkü bu adımları atmak için CTP'nin risk alarak kurduğu hükümeti sudan gerekçelerle yıkması ile CTP'den ona ve partisine dönük ciddi güvensizlik gelişti.

DP ise seçim öncesi hem de kendisi ile Koalisyon ortağı iken,  gerek  DP’den milletvekili koparması, gerekse de UG temelinde bütünleştiği eski UBP'lileri tekrar geri  alması  nedeni ile onun Başbakanlığı altında UBP ile 2018 seçimleri sonrası hükümet kurmak istemedi.

HP'nin ise tüm seçim kampanyasını UBP Genel Başkanının  özel yaşamı ve servet beyanı üzerine kurması nedeni ile onunla hükümet olmayı ret etmesi ile seçimi kazanan Başkan olarak hükümet dışı kaldı. Partisini bu başarısına karşın hükümete taşıyamadı. 

Bu kez UBP  içine dönük hesapları olan tüm kesimler Sayın Özgürgün’ü günah keçisi haline döndürdü. Ona karşı ellerinden tutuğu pek çok kesim tavır aldı. 

BİRLİĞİ KURAN DAYAĞİ YEYEN OLDU...

4. Sayın Özgürgün'ün 2013'ten itibaren UBP içinde gel gitleri olanların tümünü dünden hesap sormadan parti içinde yeniden buluşturmasına karşın ....Bunların tümü , buna değer vermeden, ona karşı ittifak oluşturdular. Onu Günah keçisi ilan ettiler. 

                Böylece bu “ günahkardan”  kurtulmak için inanılmaz finans desteği ve medya kampanyası 

  ile Kurultaya gittiler. 

                                        Kampanya şu idi.

 Bir tek Sayın Özgürgün kirli, gerisi zem zem suyunda yıkanmıştı.

Bunda elbette ki Sayın Özgürügün’nün hatalarının da payı var. Suskunluğu ve kendine güveni onun handikapı oldu. 

Ona karşı Kurultay süreci içinde bel altı vuruşla kirliliğini ima ederek konuştular. Bunlar  gerçekleşen son seçimde  ona karşı,  “ buda seçimde  İrsen Küçük gibi  seçilmeyecek ”  diye konuşanlar ve UBP muhalefeti olan kamu oyunu bu temelde besleyenler, seçim döneminde bu konuda bir şey yapamadılar.

Seçim döneminde bunu başaramayanlar bunu Kurultay sürecinde misli ile başardılar. Rakip olanların tümü onu, UBP nin iktidar olmamasının sorumlusu olarak gösterirken,” temiz UBP diyerek”  onu, tek kirli olarak lanse etmekten çekinmediler..

Böylece güçlü medya desteği ve oldukça maliyetli finansman imkanları ile sonuç itibari ile Kurultay’da ikinci getirdiler.

Sonuçta bu  kutsal ittifak, Kurultayın ilk turu sonrası, onun karşısında ortak duruş olarak kendini gösterdi. Böylece Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı döneminde ona karşı Kurultay sürecinde yaptıkları suçlamaları göz ardı ederek, onun  arkasına saklanarak,  seçimlerden partisini başarı ile geçirmesinin nemasına ortak olanlar, dereyi geçince ona karşı bu  kutsal ittifakı kurdular.

HESAPLAŞMA SÜRÜYOR. 

5.Kurultay bitti ancak bu kutsal ittifakcıların  derdi bitmedi. Bence  Sayın  Ersin Tatar seçilmesinin arkasından %34 oyun güvensizliği ile bu odakların tümünün dengesini kurmak için onların yörüngesine girdi. 

Bunun ilk işareti Genel Sekreterlik seçimlerinde ve Yönetim organı seçimlerinde gözüktü. Sayın Özgürgün’ü Kurultayda destekleyen Sayın Dursun Oğuz seçimi kaybetti. 

Ancak bu Genel Sekreterlik seçiminde Sayın Oğuz'u ekarte etmek için tıpkı Sayın  Özgürgün ‘e yapıldığı gibi ona da parti parası üzerinden bel altı vuruşlar yapılması da, bu metodun hala devam ettiğini gösterdi.

Yani seçim sonrası, UBP içindeki Kurultay yarışı ve kamplaşması Kurultay sonrası da devam etti.

Bir kere Sayın Oğuz'un ileriyi görmeden böyle usullerle elemine edilmesi maalesef, siyasal yaşama etnik köken üzerinden siyaset yapma temeli taşıyan YDP'nin de değirmenine su taşımaktan başka bir şey getirmeyecek.

6.Şimdi Sayın Ersin Tatar bir yandan Sayın Eroğlu’nun UBP içindeki ağırlığının baskısı altında olacak. Öte taraftan Genel Başkanlığı ikinci tur için adaylıktan çekilen ve kendisine destek veren diğer adayların vesayeti altında olacak. Bu baskılar altında kendi ağırlığını artırmak ve etkisini geliştirmek için kendisi de adımlar atacak. Bu sürecin içinde daha baştan Sayın Özgürgün’ü  destekleyenleri ekarte etmek için atılan adımlara karşı suskun kalmakla da tüm bu odaklara karşı daha uzun süre etkisini geliştiremeyecektir.

Bence Sayın Ersin Tatar, bir yandan ekonomik krizin ağırlığı nedeni ile öte taraftan UBP içinde etkisini tam anlamı ile kuramadığı için hükümet olmayı veya erken seçimi öteleyen  açıklamalar yapmaktadır. Bundan sonraki süreçte  kendisini bu noktaya taşıyan farklı odakların niyetlerinin yol açacağı çalkantılarla, öte yandan da kendi otoritesini kurmak için önemli gayretler içinde olacak. Bundan sonrasını belirleyecek olan UBP’yi son altı yılda dalgalanmalar içine sokan bu süreç olacak. Hükümet olmanın uzaması bu dalgalanmaları daha da besleyecektir. Unutulmasın siyasette kim nasıl gelirse, ayni metotla gider. 

             Bir deyim var.

             “ Kılıçla gelen, Kılıçla   gider” Sayın Tatar bunu hiç göz ardı etmesin.


Ferdi S. Soyer Kas 20 '18

DAÜ Köprü ve Sayın Rektör...

Değer  verdiğim insanlardan biri olan DAÜ Rektörü Sayın Nejdet  Osam Hocam, DAÜ'de üniversite kampüsünü, Göl Bölgesinde yapılan ama  gerçekte bir kusur olan, Yurtlara bağlayan yaya üst geçidinin hala tamir edilmemesi ile ilgili bir beyanat verdi.

Bu demecinde Sayın Osam bir kaza sonucu yıkılan köprünün daha tamir edilememesi ile ilgili  önemli açıklamalar yaptı.

Bu açıklamanın bir noktası, söz konusu köprünün hala tamir edilememesi ile ilgili olarak sorumluluğun DAÜ’ye değil devlete ait olduğu yaklaşımıdır. Evet bu köprü kusuru, şu anda görevde olan Sayın Rektör ve ekibine ait değildir. Bu doğrudur.

Ancak ciddi bir trafik akışı olan o noktada, üzücü bir kaza olması halinde bunun sorumlusunun kim olduğu tartışması, bence abesle iştigal  olur. Çünkü böyle  istenmeyen bir olayda çanağın kafasına kırılacağı ilk kurum DAÜ, sonra da “üniversiteler adası” denen bu ülke olur.

Bu ayıp, yalnız DAÜ ile ilgili de değildir. Haspolat’taki UKÜ önünde, Lefkoşa_ Mağusa ana yolu üzerinde cambazlık yaparak karşıya geçme zorunda bıraktığımız üniversite öğrencileri nedeni ile  herkese aittir.

Konumuza gelirsek, Sayın Osam samimiyetle pek şeyi açıklıyor.

1.Sayın Osam diyor ki söz konusu köprü kime aittir bilinmiyor.

2.Bu yüzden kazayı yapan aracın sigortası, zararı, köprünün  kime ait olduğu belirlenmediği için tazminatı ödemiyor.

3.Sayın Osam diyor ki söz konusu köprüyü DAÜ yaptı, ama kayıtlarımızda bir belge bulamadık.

4.B.U. Bakanlığı da köprünün kendisine ait olduğunu kabul etmiyor.

5.Bu nedenle hala sigortadan tazminat alınamıyor ve bu nedenle tamirat yapılamadı. 

6.Bu yüzden şimdi  yeni köprü yapacağız. Ama bu iş içinde ihale yasası nedeni ile engel çıkıyor süre uzuyor . Yani bu  yasa  kötü!         

Bu başlıkları Saygıdeğer Hoca’nın konu ile ilgili olarak Kıbrıs Gazetesine verdiği demeçten çıkarttım.

Bu sözlere göre durum gerçekten vahim. Bunlardan çıkan sonuç şu. 

DAÜ hala envanterinde yer alan menkul ve gayri menkullerle ilgili olarak sağlam bir belgelemeye sahip değildir.

Çünkü köprüyü DAÜ yaptı, ama ona ait olduğuna dair belge DAÜ kayıtlarında yok. Bu nasıl iş? Evet, köprüyü Sayın Osam yönetimi yapmadı. Ancak ne isterse olsun, sonuçta DAÜ kurumsal varlık olduğu için bugünü de bu bağlıyor. 

Eğer söz konusu köprü için belge yoksa, demek ki bunun için inşaat izni de alınmamış. Eğer alınmışsa, o zamanda o köprünün ayaklarının oturduğu yerden tutun, geçtiği yere kadar söz konusu yerin mülkiyet belgesi veya tahsisi yokmuydu? Çünkü izin için istenen ilk belge budur. Bu yoksa, o zaman izin verenler nasıl verdi? 

Bu köprüyü yapana DAÜ, her  halde işi ihale ile verdi. Yoksa bu da mı olmadı? Yoksa bir kararla mı Köprü yükleniciye  verildi. 

İşte bu uygulama  eski ihale tüzüğüne bağlı yapılan bir uygulama.

Şimdi yeni ihale yasası var. Bu yüzden çıkarıldı. Her şey kurala bağlandı..

 Bunun ne kadar önemli olduğu, köprünün yıkılması ile ortaya çıkan ve Sayın Osam'ın işaret ettiği köprünün belgesinin olmaması  gerçeği ile kurallar koyan Yeni İhale Yasanın önemi netleşti. Yani  Keyfî, belgesiz ihaleye çıkamazsınız. 

Bu yüzden bundan şikayet değil, kurallarla var olmanın devinimini yaratmak gerekir.

Bu arada çok sevgili Hocam. Ne olur yeni köprü konusunu bir daha değerlendirin. 

Evet sizi anlıyorum, kaza olmasın diye endişelisiniz . 

Ancak bu belge sorunu yüzünden acele ile yeni köprü yapımını gündeme aldınız. Bu adım, bu sorunu öne sürerek ödemeyi yapmaktan kaçınan sigorta şirketini mükellefiyetinden uzaklaştırmak sonucunu getirir.

 Bu yüzden süratle belge sorununu aşın, söz konusu şirketin bu işi fırsat bilerek mükellefiyetinden kaçmasına ve bu yüzden DAÜ nün yeni mükellefiyetler içine girmesine yol açmayın. 

Bu iş bitene kadar söz konusu yere, yaya geçidine,  gece gündüz, DAÜ güvenliğinden elemanlar görevlendirin. Aydınlatmayı ve uyarıcı işaretleri artırın. 

Köprünün olduğu yerden, ana yol boyunca, DAÜ girişine kadar ana yolun iki tarafına, yaya kaldırımı yapın. Mağusa Belediyesi ve BUB buna destek olsun. Sosyal Konutlardan Mağusa girişindeki hurmalı çembere kadar olan yaya kaldırımları çok yerinde oldu.

Köprü tamiri bitsin, sigorta şirketi mazaret değil iş yapsın.

 Köprüyü bir an evvel tamir edin. Hocam, DAÜ nün tüm taşınır ve taşınmaz varlıklarının belgelenmesi işini eksiksiz yapın. Sorumlu değilsiniz, ama daha iyiye gitmek için tümümüzün mükellefiyeti var.                                                                                                                                                             


Ferdi S. Soyer Eki 10 '18

Lute, Çavuşoğlu ve Lakkotripis....

“ Kıbrıs Cumhuriyetinin” enerjiden ve hidrokarbon aramalarından sorumlu Bakanı Sayın Lakkotripis, BM Genel Sekreterinin geçici Danışmanı Sayın Lute'nin ve Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu'nun Kıbrıs ziyaretinden önce bir demeç verdi.

Sayın Lakkotripis verdiği demeçte, “ Hidrokarbon işinin Kıbrıs sorunundan ayrı bir konu olduğunu “ ve hidrokarbon işinin, bağımsız olarak kendi  planladıkları  takvime göre devam edeceğini söyledi.

Bunun arkasından da daha evvel planladıkları gibi Sonbaharda sondaj işine devam edeceklerini ve zaten bunu yapacak olanın da  ABD'nin büyük şirketi EXXON Mobil Konsorsiyumu olduğunu ifade 

Yani, Sayın Lute'nin BM Genel Sekreterinin görüşmelerin yeniden başlaması hedefi ile ön araştırma yapmak için  görevlendirmesi ve onun  Kıbrıs'a gelmesinden önce Sayın Lakkotripis, bu açıklaması ile resmen bombanın pimini hafifçe yuvasından çekti.

Onun bu demeci üzerine de Sayın Çavuşoğlu, Sabah Gazetesinde konu ile ilgili bir söyleşi yaptı. Bu söyleşisinde Sayın Çavuşoğlu, bu tutumun kabul edilemez olduğunu ifade etti. Bu aşamada artık bir sondaj ekipmanına da Türkiye olarak sahip olduklarını ve eğer Güney bu tutumuna  devam edersede  Kıbrıslı Türklerin çıkarlarını korumak için kendilerinin de sondaj  yapacaklarını ifade etti.

Ayni zamanda söyleşisinde, Total ve Eni şirketlerini daha evvel bu sondaj adımını atmaktan caydırdıklarını da  söyledi. Ayrıca  Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı ile yaptığı ortak basın toplantısında da bu sözlerini kısa ve net ifadelerle de açıkça vurguladı.

Üstelik Sonbaharda yapılacak sondaj işine devam ederlerse de dünyaya ne yapacaklarını zaten açıklıkla duyurduklarını da söyledi. Yani tavrı Lefkoşa’da da açıkça ifade etti.

Bu noktada öncelikle şunu ifade etmek isterim. Bir kere Sayın Lakkotripis'in, “hidrokarbon meselesi Kıbrıs sorunundan ayrı bir konudur” sözleri temelden yanlıştır. Kavganın besi yeridir.  

Bu konu, bırakın  Kıbrıs sorunun iki toplum arasında oluşturduğu çelişki meselesini, Doğu Akdeniz’deki siyasi, ekonomik, askeri konularla bağlantılı stratejik tüm alanları etkileyen ciddi  bir meseledir.

Üstelik Mısır, İsrail, Ürdün ve Yunanistan’la yaptıkları tüm ikili antlaşmalarla da bu meseleyi, Türkiye ile çatışmalı bir tarzda ciddi bir bombaya döndürdüler.

Ayrıca  bu gelişmeler, Kıbrıs Cumhuriyetinin Kurucu ortağı olan ama Kıbrıs sorunu nedeni ile dışlanan Kıbrıs Türk Toplumunun iradesi dışında, adanın ve tüm halkının geleceğini etkileyecek şekilde tek taraflı olarak dizayn edilmektedir. Bu yüzdende Kıbrıs sorununu daha da karmaşıklaştırmaktadır. 

Bu yanı ile de Hidrokarbon meselesi Kıbrıs sorunundan ayrı değildir. Bu sorunu Kıbrıs meselesinden ayrı tutmak, başını  kuma gömmek demektir. Hele sorun çözülmeden Doğu Akdeniz’de tek taraflı sonuç elde etmek için bu konuyu oldubittiye  getirme çabası, esas sorun olan Kıbrıs meselesini çözümsüzlük cehenneminin daha derinlerine itmek demektir.

Sayın Lakkotripis'in bu  sözleri,  Kıbrıs sorunun çözüm dinamiğini, Doğu Akdeniz’de oluşan bu Hidrokarbon potansiyeline bağlayan, ana dili Türkçe veya Yunanca olan tüm Kıbrıslıların, Federal Çözüm beklentilerinin üzerine  bilerek soğuk su dökmektir. Umudu kırma niyetidir. 

Kısacası Türkiye, Sonbahar’da sondaj yapacak olanın EXXON Mobil olduğunu bile bile bu tavrı takınmış ve Total ile Eni'yi de bu nedenle hatırlattırmıştır. Güney ise ABD'li olan EXXON’un kendisine değil, ABD'ye güvenerek bu katı tutuma girmektedir. Ayni şekilde İsrail’e güvenmektedir. Bu güvenini besleyen diğer bir faktörde, Türkiye’nin bu ülkelerle gerginleşen ilişkileridir.

 Bunlara güvenerek Kıbrıs sorununda tek yanlı adımlara yöneleceğini ve Federal Çözümden uzaklaşacağını ummaktadır.

İşte bu nedenlerle BM Genel Sekreteri, Sonbaharda bu bölgede yerinden oynayan bombanın piminin daha tehlikeli bir çekilmeye uğrayabileceğini ön gördü. 

Bundan dolayı, olayın daha büyük bir felakete dönüşmemesi  için Sayın Lute'yi görevlendirdi. Bazılarının,” fol yok, yumurta yok, BM Genel Sekreteri neden bu adımı attı”  diye sorup durduğu bu aşamada,  bunu sağlayan motivasyonun bu olduğuna inanmaktayım.

Bu bakımdan barışı savunan her kesimin, Sayın Lute'nin bu girişiminin bir sonuç getirmesi için gayret sarf etmesi gerekir. Bu  yalnız Kıbrıs’ın iki toplumu için değil, ama Türkiye, Yunanistan ve bölge halklarının da barışçı geleceği için çok önemlidir.

Bildiğim tek bir şey var. Çok uluslu petrol tekellerinin kayığına binerek yol almak isteyenlerin gidecekleri tek liman, cehennemin kanlı ve ateşli  limanıdır. Güneyin bağnazlarının körlükleri ile tümümüzü yeniden cehennem limanında inmeye itmemeleri için barışçı çabaları arttırmamız gerekir.


Ferdi S. Soyer Tem 27 '18

“DELİ KAYMAKAM”....

Cevat Fehmi Başkut tarafından yazılan “Buzlar Çözülmeden “ eseri, tiyatro ve sinema dünyasında çok önemli bir yer tuttu.

Biliyorsunuz; karın , giriş ve çıkışı engellediği bir Kasaba, Kaymakam bekliyor. Bir adam çıkıp gelince de onu Kaymakam sanıyorlar. Ama adam deli. O da o kasabada düzensizliklerin, adaletsizliklerin üzerine gidiyor.

Ama çok acele ediyor. Çünkü Buzlar Çözülünce her şeyin ortaya çıkacağını biliyor.

İşte bu ülkede alternatif her hükümetin başında bu olay var.

Bakın, Sayın Tufan Erhüman başkanlığında kurulan hükümete,  UBP'ye alternatif olarak kurulan her hükümete yapıldığı gibi,  ömür biçme müneccimliği yapılıyor.

“İki yıl gitmez, altı ay ancak” gibi ömür biçiciler  gırla.

Bunca deneyden sonra alternatif her hükümet, böylesi bir presle iş başına geçiyor. Hali ile bu ömür biçme, tek tek insanlarda, çeşitli toplum kesimlerinde ve aydınlarda büyük bir telaşa yol açıyor.

Aman, bir an evvel bize ve bana dönük iş yapılsın, değişim yaşama geçsin. Bir telaş bir acele. 

Kısacası alternatif her hükümet, “ Deli Kaymakam “ sendromu altında kalıyor. 

Hükümeti oluşturan partiler ve kadrolarda bu sendromun etkisinde kalıp,  “ Deli Kaymakam” aceleciliğine düşüyor.

Bu yüzden pek çok doğru ve yerinde değişim hamleleri, ön çalışması ve kamu oyu hazırlığı tam anlamı ile yapılmadan hızla  ele alınıyor. 

Bu değişimlerden rahatsız olan statükonun koruyucuları;  bu acele nedeni ile olaya, daha hazır hale gelmemiş insanların, kamuoyunun  önyargılarını, endişelerini kaşıyarak tepki organize ediyor.

Bu tepkiler ise değişim isteyen kitlelerdeki endişeyi artırıyor. Böylece “Deli Kaymakam” sendromu daha da artıyor.

Bundan ayrı olarak alternatif hükümet işine girenler, bu ortamda yalnız statükocuların presi altında kalmıyor. Ayni zamanda yine değişimden yana olan, ama hükümet dışı kalan sol partilerin ve çevrelerin de baskı ve muhalefeti altında kalıyorlar. Bunlarda değişime dönük tepkilerden siyasi nema almaya kalkıyorlar. Böylece statükocular hak etmedikleri bir potansiyelin üzerine oturuyorlar. 

Sonra alternatif hükümet yıkılıyor. Statükocular iş başına geliyor. Bu kez de herkes “ vay ki ne vay” çekmeye başlıyor.

Ancak CTP, HP, TDP, DP hükümetinde bu husus şimdilik yok. 

Sol, liberal, demokrat siyasi partilerin tümü hükümette.  Bu bakımdan en azından bu yan şimdilik yok. Ancak daha şimdiden bu partilerin destekçisi olan bazı kişi ve çevrelerden “ komplo teorileri” tadında Kuşku  ve genel güvensizlik ifadeleri geliyor. .

Kısacası bu hükümet ve kamuoyu bunca deneyden sonra “Deli Kaymakam” sendromundan kurtulmalıdır. Hele bakanları “en iyi ben çalışırım “ gösterisinin kurbanı olmamalıdır. 

Eğer olurlarsa, bilsinler ki kendilerine, mensup oldukları partiye ve hükümete zarar vereceklerdir.

Bu yüzden emin, ağır ve ciddi adımlarla ortak olarak ilerlemek en doğrusudur. “ Deli Kaymakam “ sendromu statükoyu besler. Bunu kimse unutmasın.


Ferdi S. Soyer Şub 5 '18

“DELİ KAYMAKAM”....

Cevat Fehmi Başkut tarafından yazılan “Buzlar Çözülmeden “ eseri, tiyatro ve sinema dünyasında çok önemli bir yer tuttu.

Biliyorsunuz; karın , giriş ve çıkışı engellediği bir Kasaba, Kaymakam bekliyor. Bir adam çıkıp gelince de onu Kaymakam sanıyorlar. Ama adam deli. O da o kasabada düzensizliklerin, adaletsizliklerin üzerine gidiyor.

Ama çok acele ediyor. Çünkü Buzlar Çözülünce her şeyin ortaya çıkacağını biliyor.

İşte bu ülkede alternatif her hükümetin başında bu olay var.

Bakın, Sayın Tufan Erhüman başkanlığında kurulan hükümete,  UBP'ye alternatif olarak kurulan her hükümete yapıldığı gibi,  ömür biçme müneccimliği yapılıyor.

“İki yıl gitmez, altı ay ancak” gibi ömür biçiciler  gırla.

Bunca deneyden sonra alternatif her hükümet, böylesi bir presle iş başına geçiyor. Hali ile bu ömür biçme, tek tek insanlarda, çeşitli toplum kesimlerinde ve aydınlarda büyük bir telaşa yol açıyor.

Aman, bir an evvel bize ve bana dönük iş yapılsın, değişim yaşama geçsin. Bir telaş bir acele. 

Kısacası alternatif her hükümet, “ Deli Kaymakam “ sendromu altında kalıyor. 

Hükümeti oluşturan partiler ve kadrolarda bu sendromun etkisinde kalıp,  “ Deli Kaymakam” aceleciliğine düşüyor.

Bu yüzden pek çok doğru ve yerinde değişim hamleleri, ön çalışması ve kamu oyu hazırlığı tam anlamı ile yapılmadan hızla  ele alınıyor. 

Bu değişimlerden rahatsız olan statükonun koruyucuları;  bu acele nedeni ile olaya, daha hazır hale gelmemiş insanların, kamuoyunun  önyargılarını, endişelerini kaşıyarak tepki organize ediyor.

Bu tepkiler ise değişim isteyen kitlelerdeki endişeyi artırıyor. Böylece “Deli Kaymakam” sendromu daha da artıyor.

Bundan ayrı olarak alternatif hükümet işine girenler, bu ortamda yalnız statükocuların presi altında kalmıyor. Ayni zamanda yine değişimden yana olan, ama hükümet dışı kalan sol partilerin ve çevrelerin de baskı ve muhalefeti altında kalıyorlar. Bunlarda değişime dönük tepkilerden siyasi nema almaya kalkıyorlar. Böylece statükocular hak etmedikleri bir potansiyelin üzerine oturuyorlar. 

Sonra alternatif hükümet yıkılıyor. Statükocular iş başına geliyor. Bu kez de herkes “ vay ki ne vay” çekmeye başlıyor.

Ancak CTP, HP, TDP, DP hükümetinde bu husus şimdilik yok. 

Sol, liberal, demokrat siyasi partilerin tümü hükümette.  Bu bakımdan en azından bu yan şimdilik yok. Ancak daha şimdiden bu partilerin destekçisi olan bazı kişi ve çevrelerden “ komplo teorileri” tadında Kuşku  ve genel güvensizlik ifadeleri geliyor. .

Kısacası bu hükümet ve kamuoyu bunca deneyden sonra “Deli Kaymakam” sendromundan kurtulmalıdır. Hele bakanları “en iyi ben çalışırım “ gösterisinin kurbanı olmamalıdır. 

Eğer olurlarsa, bilsinler ki kendilerine, mensup oldukları partiye ve hükümete zarar vereceklerdir.

Bu yüzden emin, ağır ve ciddi adımlarla ortak olarak ilerlemek en doğrusudur. “ Deli Kaymakam “ sendromu statükoyu besler. Bunu kimse unutmasın.


Ferdi S. Soyer Şub 5 '18
Sayfalar: 1 2 3 4 5 ... » »»