tr

Blog sahibi: yonetici

Ömer Çelik'in Açıklaması ve Değerlendirme...

Crans Montana'da kaçan fırsat sonrası belirsizlik sürüyor.
Bu arada Türkiye'nin AB ilişkilerinden sorumlu Bakanı Sayın Ömer Çelik, AB'den Brexit kararı ile ayrılan ilgili İngiliz Bakanla yaptığı görüşmede, Kıbrıs sorununa da değindi.
Bu görüşme sonrası Sayın Ömer Çelik'in yaptığı açıklamada, Kıbrıs sorununa çözüm bulma aracı olan Toplumlararası Görüşmelerle ilgili ifade ettiği görüşler oldukça tartışmalı bir gündem yarattı.
Sayın Çelik, Crans Montana sonrası için " görüşmeler askıya alınmadı, durmadı, bitti " dedi. Yani bundan sonra kaldığı yerden devam olgusu yok.
Bu açıklamanın ise Brexit kararı alan ve bu temelde girişimler yapan İngiliz Hükümetinin ilgili Bakanı ile yapılan görüşmeden sonra yapılmasının, söylenenler kadar önemi vardır..
Ancak bu konuda yorum yapmadan önce, durumu dün ve bugün açısından değerlendirmek gerekir.
DÜN.
Bu nedenle öncelikle çözüm ümidinin tıkanması açısından dün yaşanan benzeri durumla, bugünü gözden geçirmek ve kıyaslamak gerekir.
Federal çözüm olgusuna en yaklaştığımız dönem olan Annan Planı tartışmaları sonrasında 24 Nisan 2004'te Referandum yapılmıştı.
Bu Referandumda Kuzeyin Evet demesine karşın, Güneyin Hayır'ı ile çözüm gerçekleşmemişti..
İşte o olaydan sonra, çözüm konusunda ve görüşmelerin kendisine dair, ayni bugün yaşadığımız belirsizlik hali doğmuştu.
Kuzeyde:
O dönem, Kuzeyde, bugün yaşananın tersi bir ortam vardı.
Güneyin Hayır oyu ile yaşanan derin hayal kırıklığına karşın, görüşmelerin ve Federal Çözüm arayışının devamına yönelik olarak Kuzey Kıbrıs'ta ciddi bir halk isteği ve iradesi vardı.
Türkiye'de de hakim siyasi anlayış buna aykırı değildi.
Evet; Kuzey Kıbrıs'ta ve Türkiye'de belli ciddi kesimler, görüşme sürecinin yeniden başlamasına dönük bir karşıtlık içindeydiler.
Ancak Kuzey Kıbrıs'ta görüşme sürecinin yeniden başlamasına dönük önemli bir halk isteği ve iradesi vardı.
Fakat, o dönem bunu ele alıp işleyecek bir Hükümet ve Cumhurbaşkanlığı yoktu.
Çünkü; 24 Nisan 2004 Referandum'un ertesi günü, CTP- DP Hükümeti Meclis'teki çoğunluğunu kaybetmiş ve düşmüştü.
Cumhurbaşkanı'ı olan Rahmetli Sayın Rauf Raif Denktaş ise görüşmelerin yeniden başlaması girişimini yeniden ele almayı aklından dahi geçirmezdi.
Yetkili Cumhurbaşkanı olan Sayın R.R. Denktaş aksine, 24 Nisan Referandumunda Güneyin "Hayır" kararı ile Federal Birleşik Kıbrıs Projesinin çökmesi üzerine, ayni gece, halka dönük yaptığı açıklamada; Hayır diyen Güney için, "Allah Kıbrıslı Rumlardan razı olsun" demişti.
Kuzeyde görüşmeleri yeniden başlatacak halk iradesi vardı.
Ama bunu yürütebilecek olan bir etkili bir yürütme mevcut değildi.
Bu çıkmaz, aylarca süren Hükümet krizi ile devam etti.
Ta ki 2005 başında Anayasal zorunluluk nedeni ile Erken Seçimlerin gerçekleşmesi ve yine bu seçimlerden CTP'nin başarı ile çıkması ve arkasından da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Sayın Talat'ın seçilmesine kadar bu hal sürdü.
Bu gerçekleştikten sonra, yani Kuzeyde görüşmeyi yeniden başlatma ve Ferderal çözüm iradenin yürütülmesi için siyasi temelin bu gelişmelerle yeniden halk iradesi ile güçlü olarak doğmasına ve ayni zamanda Türkiye'de de AK Parti Hükümetinde de hakim siyasi isteğin bu olmasına rağmen, görüşmeler başlayamadı.
Güney:
Çünkü, Güney Kıbrıs'ta iş başında olan Sayın Papadopullos'un yönetimi, BM zemininde "kaldığı yerden " görüşmelerin başlamasına karşı idi.
Papadopulos Yönetimi; 24 Nisan Referandumu öncesi uluslararası kamuoyuna söylediklerinin tersine, halkını, Referandumunda "Hayır" oyu kullanmaya teşvik etmişti.
Halkına da "Hayır" için yaptığı çağrıda ise, " devlet aldım, toplum teslim etmem" demişti.
Yani açıkça; iki bölgeli, iki toplumlu, Federasyona karşı olduğunu ilan etmişti.
Bu yüzden çözüm olmadan AB üyeliğini de alan Güneyin Federasyon karşıtı bu siyasi zihniyetin etkinliğinde Federasyonu temel alan Toplumlararsı görüşmelerin başlamasını istemesi, eşyanın tabiatına aykırı idi.
Nitekim, Sayın Papadopulos o dönem BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada, tüm dünyaya "Osmosis" ile sorunu çözmekten açıkça söz etmişti.
Yani, Kıbrıslı Türklerin 1964'te gasp edilmiş KC içinde eritilmesi hakimiyetçi anlayışını ifade etmişti.
Buna karşın bu süreçte gerek Kıbrıs Türk Tarafı, gerekse dünya görüşmelerin başlaması için çok girişimler ve denemeler yaptı.
Bunların biri de Sayın İbrahim Gambari'nin ismi ile anılan süreç idi.
Ama hiç bir şey görüşmeleri yeniden başlatmaya yetmedi.
Nereye kadar?
Ta ki Güneyde seçimlerin yapılmasına ve o seçimlerde Sayın Papadopulos'un yerine Sayın Hıristofyas'ın seçilip göreve gelmesine kadar.
Sayın Hıristofyas seçildikten sonra 2008 içinde Talat- Hıristofyas arasında BM zemininde görüşmeler yeniden başladı.
Yani, 24 Nisan 2004 Refrandumundan sonra görüşmelerin yeniden başlaması için 4 yıl geçti.
Geçen o dört yılda, yığınla belirsizlik ve gerginlik dolu dolu yaşandı.
Talat- Hıristofyas'tan sonra, Eroğlu - Hıristofyas ve Eroğlu- Anastasiadis arasında geçen görüşmelerde (2010- 2014) ise havanda su dövüldü.
Bir tek, 11 Şubat 2014'te Dış Dinamiklerin yoğun etkisi ve dönemin Türkiye Hükümetinin açık desteği ve telkini ile Eroğlu- Anastasiadis arasında Ortak Belge imzalandı. Bu son derece önemli idi.
Bunu da sağlayan etken, Eroğlu'na karşın, Kıbrıs Türkleri'nin enerjik iç dinamikleri ve Türkiye'nin de içinde yer aldığı dış dinamiklerin olumlu motivasyonu oldu,
Arkasından Sayın Akıncı'nın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile Sayın Anastasiadis'le çözüm odaklı özlü görüşmeler başladı.
Ancak bu görüşmelerde olumlu gelişmeler olmasına karşın, sonuç oluşmadı.
Üstelik ilk defa Mont Pelerin ve arkasından gerçekleşen Crans Montana' da Garantörlerin de katılımı ile 5'li Konferans olmasına karşın süreç tıkandı.
Bu tıkanıklığın sorumlusunun Güneyin bağnazları olduğu bence açıktır.
Bu görüşüme itirazı olanı da saygı ile karşılarım. Ama gerçekler açıktır.
Peki Şimdi?
Peki Güneyde gelişen Federal Çözümü tıkayan sorumsuzluklar ve bağnazlıklar nedeni ile artık Toplumlararası görüşmelerin gerçekleşmemesi gerektiğini savunmamız mı gerekiyor?
Bu soruyu cevap ararken çok yönlü tartışmamız gerekir.
Cevap öyle koyalıkla evet veya hayır diye verilemez.
Önce şunu unutmamamız gerekiyor.
24 Nisan 2004'ten sonra çözümsüzlüğün sorumlusu yine Kıbrıs Türk Tarafı değildi. Bunu şimdi ki gibi yine Güneyin bağnazları sağlamıştı.
Ama buna karşın, o koşullarda, günümüzde yaşadığımız gibi Kuzeyde, öfke ile "artık görüşme yok yerine", o alana yeniden girmek çabası, içimizdeki tüm karşı çıkışlara rağmen, Kıbrıs Türk Toplumunun temel siyasi zemini idi.
Bu görüşmeleri yeniden başlaması isteği üstelik, tek başına Kıbrıs Türk Toplumunun iradesi de değildi.
Dış Faktör de bu isteğe dönük besleyici destek oluşturuyordu.
Güneyin Hayır tavrı ile Kıbrıs'ta Çözümsüzlüğün devam etmesi, o günün koşullarında üyesi de olmasına karşın AB'nin de çıkarına ve tavrına da uygun değildi.
Ayni şekilde o dönem Türkiye - AB ilişkilerinin içinde bulunduğu olumlu zeminde, Türkiye'yi de 2004'te yaşanan hayal kırıklığına karşın, Toplumlararası Görüşme ve Federal çözüm siyasetinden uzaklaştırmamıştı.
Tüm bu etkenler Güneyde; Referandumda Hayır oyu veren Kıbrıs Rum Toplumunun çoğunluğunun da o süreci sorgulamasına yol açmıştı.
Çözüm olmadan AB üyesi de olmuş olmalarına karşın, oluşan durumun olumlu olmadığını görmüşlerdi.
Bu yüzden "Etnarh'lığa" soyunan ve milliyetçi zafer kazandığını ileri süren Sayın Papadopulos 'un yerine, Kıbrıs Rum Halkı seçimlerde; Görüşmeleri Federal Kıbrıs temelinde yeniden başlatmak hedefini ortaya koyan Sayın Hıristofyas'ı seçmişti.
Yani, Kıbrıs sorunun doğrudan tarafı olan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar ile Yunanistan ve Türkiye ile AB; 24 Nisan 2004'te Federal Çözüm yolunda oluşan ciddi yol kazasına karşın, Kıbrıs sorununun Federal zeminde çözümü devinimin önemini kendi çıkarları açısından önemli bulmaktaydılar.
Bunun için görüşme sürecinin başlamasını da motive etmişlerdi.
Bu yüzden 24 Nisan sonrası oluşan ve dört yıl süren önemli boşluğa karşın, görüşmelerin kesilmesi değil, yeniden başlaması her taraf için önemli bir temel oldu.
Buda tam dört yıl sonra yaşam buldu.
AKAN SU ve EİDE'nin UYARISI:
Ancak," akan suda ayni su ile yıkanılamayacağı" gerçeği hiç akıldan çıkmaması gerekir.
Çünkü günümüzde bölge, dünya ve Avrupa Konjüktürü, 24 Nisan 2004 dönemi sonrası gibi değildir.
Crans Montana çıkmazı sonrasında BM Genel Sekreteri Kıbrıs Temsilciliğinden istifa eden Sayın Eide'nin Kıbrıs'a görev için ilk geldiğinde, her iki tarafın basınına söylediği gerçeği; ne biz, ne Güney tam anlamı ile idrak etmedik...
O zaman Sayın Eide; "siz Kıbrıslılar şanslısınız. Çünkü BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin, tüm dünya meselelerinde birbirleri ile çelişkileri, çatışmaları var. Ama yalnızca Kıbrıs sorunu konusunda Federal Çözümde hem fikirdirler" demişti.
Ama arkasından da şunu ilave etmişti.
"Ancak bu ilanihaye devam etmez, bu yüzden elinizi çabuk tutun" demişti.
İşte bu sözün önemi bugün ortaya çıkıyor.
Crans Montana öncesi oluşan ve artık günümüzde çok daha netleşen bir durum var. Günümüzde BM Güvenlik Konseyinin Beş Daimi üyesinin ve ayni zamanda AB ve onun etkili üyesi Almanya'nın birbiri ile ilişkileri, konumları bugün, dünden farklıdır.
ABD'de Sayın Tramp'ın seçilmesi ile başlayan ciddi ve farklı sağ radikal değişimler ve bunun yol açtığı gerilimli politik gelişmeler etkendir..
Çin -ABD arasında giderek tırmanan ekonomik siyasi gerginlikler var..
Rusya ile ABD arasında yaptırımlarım artırılması ile tırmanan ve soğuk savaş dönemini hatırlatan silahlanma yarışı ve gerginlikler var.
İngiltere'nin Brexit ile AB'den ayrılmasının Avrupa ana kararası ile İngiltere arasında yol açtığı belirisizlik hakimdir. Yani "Garantörümüzden" biri daha AB dışına düştü.
İngiltere'nin bu Brexit kararı sonrası ABD ile gelişen ilişkileri ve bölgeye dönük belirsizlik içinde tavrı var. Her şeyi, bu yeni duruma uyarlayacak arayışlar içindedir.
Ayni zamanda AB içinde Amerika'nın Sayın Tramp'la gelişen siyasetine dönük oluşan ciddi tepkiler var.
Özellikle Almanya'nın, Avrupa vurgusunu öne alan yeni arayışları ve ABD'ye dönük artan temkini ve mesafeli duruşu dikkatlerden kaçmıyor.
Bölgemizde ise Suriye ve Irak'ta var olan çatışma ve gerginlikler, bu büyük güçlerin gelişen yeni çelişkileri ışığında Bölgemizdeki güç yarışını, çok etkilemektedir,
Ayrıca bölgenin etkin devletleri İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail'in birbirleri ile farklılıkları ve güç yarışları ve bu yeni çelişkilere de eklemlenen duruşları var.
Bütün bunlardan ayrı olarak Türkiye-AB ilişkileri gerginliğin de ötesine geçen çatışmalı bir hale doğru sürükleniyor.
Buna bağlı olarak Almanya ve Türkiye arasında giderek daha da kötüleşen ilişkileri de göz ardı etmek mümkün değildir.
Ayrıca bütün bunlara eklemlenen Doğu Akdeniz'deki Hidrokarbon krizi ve bunun da etkilediği Türkiye ve Yunanistan arasında sertleşen atmosfer var.
Türkiye- Yunanistan ilişkileri, 2004 öncesi ve sonrası sürecin aksine, günümüzde çok olumsuzdur.
Siyasi söz dalaşları, ayni zamanda iki ülke arasında sınır tartışmalarına kadar uzanmaya başladı.
Bu bakımdan, Crans Montana sonrası içine girdiğimiz bu tıkanıklıkta; Dış Dinamiklerin etkisi, 24 Nisan 2004 Referandum sonrasında, görüşmelerin yeniden başlamasını teşvik edici gibi değildir, bundan çok uzaktır.
Özellikle, Türkiye - AB ilişkileri ve Türkiye- Almanya ilişkileri; Kıbrıs'ta çözüm yönünde Türkiye'yi motive eden AB kaldıracı açısından teşvik edici değildir.
Aksine, bu yeni gergin ilişkiler, çözüm arayışının önünü tıkayan bir özellik taşımaktadır.
KALDIRAÇ, TIKAÇ OLUYOR:
Türkiye'nin AB için üye adayı olma ön kapısını açan, 1999 AB Helsinki Zirvesi kararı sonrasında, Kıbrıs sorununun Federal temelde çözümü için Türkiye siyasetini motive ettiği dün yaşadığımız gerçektir.
Bu temel, 2002 başında başlayan Denktaş- Kleridis görüşmelerini ve sonrasında gelişen Annan Planı sürecini de olumlu olarak besledi.
Bu hem 2004 Referandumuna giden sürecin oluşmasında, hemde Referandum sonrasından günümüze kadar süren BM Temelinde Federal Çözüm arayışının canlı kalmasında olumlu etkendi.
Ancak şimdi, Crans Montana'daki tıkanmadan sonra, durum farklı.
Çünkü Türkiye- AB ilişkilerinin bırakın yaralı olmasını, bu ilişkiler, komada.
Ayrıca, Türkiye- Almanya ilişkileri de çok berbat bir gerginlik yaşıyor.
Üstelik günümüzde, Türkiye'de, AB ve Batı ile bütünleşme yerine, İran, Rusya ve Çin ile Batıya alternatif arama anlayışlarının dile getirildiği bir düşünce de yaşanıyor.
Üstelik, Suriye ve Irak sorununda ABD ile Türkiye arasında da ciddi gerginlikler yaşanıyor.
Bu yüzden Türkiye'de ABD ile "stratejik ortaklık" kavramı dahi sorgulanıyor.
Kısacası, günümüzde Türkiye'yi dün Kıbrıs'ta Federal Çözüme dönük motive eden Batı, AB ve ABD kaynaklı konjüktürel motive edici gelişmeler çok zayıftır.
Bu yüzden Türkiye, Kıbrıs sorununda çözüme motive olma konusunda, bu temelde, dünkü konum ile ayni noktada değildir.
Bu nedenle Sayın Ömer Çelik'in, Crans Montana sonrası için verdiği ve bugün "görüşmeler kopmadı, donmadı, bitti açıklamasını" bu etkilerden uzak ele alıp değerlendiremeyiz.
Hele bunu Brexit'ci İngiliz Hükümetinin temsilcisi ile yaptığı görüşme sonrası ifade etmesi de çok ama çok önemlidir.
Bu konu göz ardı edilmeyecek bir öneme sahiptir.
Çünkü dün; bu ülkenin milliyetçilerinin, Federal çözüm için 2002 ile başlayan ve Türkiye'nin desteklediği dinamiğe dönük olarak tepkilerinin, "Türkiye'nin AB üyeliği yolunda kurban ediliyoruz" olduğunu unutamayız.
Onlar," AB üyeliği için satıldık " derlerdi.
Ayni şekilde; 1997- 2002'ye kadar olan ve Federal Çözümden uzak, Konfederasyon isteği ile hareket eden o dönemin, Kıbrıs Türk ve Türkiye hakim siyasine dönük olarak eleştiriler yapan Kıbrıs'ın sol güçlerinin de o süreç için; "Kıbrıs, Türkiye'nin AB üyeliği yolunun açılması için rehin tutuluyor" tesbitinde bulunduğunu da unutamayız.
Yani; Türkiye - AB ilişkileri dinamiğinin, Kıbrıs sorunun çözümünü teşvik etmek veya çözümsüzlük için tıkaç olmak gibi bir önemli nokta olduğu çok açıktır.
Bu nedenle, Güneyin Bağnazları, çözüm olmadan üye oldukları AB'yi, Federal çözümü motive edecek bir KALDIRAÇ olarak değil, ama bu tek yanlı üyeliği, 1964 statükosuna yol açmak için geliştirdikleri gerici politikaları ile tıkaç yaptılar.
Böylece, çok şey elde edecekler ve Türkiye'yi daha da tavize zorlayacaklar diye bu üyeliği Türkiye'yi köşeye sıkıştırma aracı yaptılar.
Bu yüzden alabildiğine Türkiye - AB görüşmelerinde yüklerini yığdılar. Türkiye- AB üyelik görüşmelerini vetolarla, blokajlarla tıkayarak sonuç elde edeceklerini zan ettiler.
Ne oldu?
Bugün yaşadığımız çıkmazlar gelişti.
Bugün bundan ders çıkartıyorlar mı? Crans Montana sonrası süreç için Türkiye'yi uluslararası alanda ve Avrupa'da köşeye sıkıştırarak yol alacaklarını açıklamaları ile ifade etme aymazlığını hala ifade ediyorlar.
Dün bu tutumla yol açtıkları hasardan hala ders çıkartmadıkları meydanda,
Peki, AB açısından da konuyu eşeleyelim. Önce şu soruyu soralım.
Kıbrıs'ta Federal çözümü önceleyen hangi akıl; Cerans Montana' da Kıbrıs'ta çözüm için önemli zirvenin daha ilk gününe rastlayan zamanlama ile Avrupa Parlementosunda, Türkiye - AB üyelik sürecinin askıya alınması kararı alır?
Bu ancak Kıbrıs'ta çözümü teşvik etmekten uzaklaşan bir akıl olabilir.
AB'de bu nedenle Türkiye ile oluşan çelişkilerin etkisinde Güneyde hakim olan anlayış gibi çözüm için kaldıraçtan, tıkaç olmaya doğru bir durum içine girdi.
İşte bu yüzden günümüzde Dış Dinamikler, Kıbrıs'ta görüşme sürecinin yeniden başlamasını motive edici değildir. Aksine engeldir.
Peki İç Dinamikler?
Buna karşın, iç dinamikler de günümüzde, görüşme sürecinin yeniden başlatabilecek ve böylece Dış Dinamikleri de buna destek olmaya teşvik edebilecek bir olgunlukta ve enerjide de değildir.
Maalesef iç dinamikler açısından da enerji kaybı öndedir.
İşte bu gerçekler ışığında çözüm görüşmelerini yeniden başlatmak noktasında önemli bir ataleti yaşadığımız açıktır.
İşte dönemde bırakın görüşmelerin yeniden başlatılması devinimini bir yere, Federal Çözümün hala doğru ve geçerli çözüm yolu olduğu tesbitinin, hiç olmazsa iç dinamikte, yani halkın içinde yok olmamasını sağlamak Kıbrıs Barış güçlerinin öncelikli güncel hedefi durumundadır. Ne acıdır ki gerçek budur.
Ayrıca iç dinamiklerin yalnızca, "görüşmeler başlasın " demekle bunu sağlayamayacağını da bilmeleri gerekir.
Bunun nasıl ve hangi metodoloji ile başlayabileceğini ve artık ucu açık görüşmelerin temelinin halk indinde yer bulamayacağı gerçeği temelinde, zaman mevhumunun artık çok ama önemli olduğu açıktır. Bunun bilinci içinde, bu konularda iki taraf arasında ortak bir anlayış geliştirmek ve üretmek en önemli görevdir..
Bunun için iç dinamiklerin ayni zamanda, bu olumsuz ortamda, durumun daha da kötü ve çatışmalı bir hale dönmemesi için özel bir gayret içinde olması gerekir.
Bu temelde İki tarafın kamuoylarına ve başta Türkiye ile Yunanistan Kamuoyuna Kıbrıs Sorununun Federal çözüm temelinde sonuçlanmasının önemi, adeta "sil baştan" yeniden ve ısrarla anlatılmalıdır.
Ayrıca Türkiye - AB ilişkilerindeki gerginliğin ve kopuşun; ne Türkiye, ne Yunanistan ne de AB ve Bölgemiz, Doğu Akdeniz ve Avrupa'ya huzur getirmeyeceğini ısrarla Avrupa kamuoyuna da aktarmalıyız.
Evet, görüşmeleri yeniden başlatmak zordur. Ama bu zorluğu, eğer değerlendirmeleri sağlıklı yapar ve yaşadıklarımızdan dersler alarak tavrımızı farklılaştırarak, konuyu ele alırsak aşabiliriz.
Sayın Ömer Çelik'in açıklamalarını bu temel üzerinden de okumalıyız. O zaman kopuşu değil ama yeniden sonuç alabilecek zeminin doğmasına katkı sağlayabiliriz.
"Barika-i Hakikat Müsademe..."Ferdi Sabit SOYER
Diyalog Gazetesi 17 Ağustos 2017,

Paylaş
Namık Kemal'e atfedilen bir söz vardır. Lise yıllarımızda Edebiyat öğretmenimiz Eribe Yağcıoğlu hanımdan öğrenmiştim ilk olarak bunu.
"Barika-i Hakikat Müsademe-i Efkârdan Doğar".
Lise yıllarında "aytışma" olarak tanımlanan çalışma nedeni ile bu sözü ifade etmişti.
Yani Hakikat, farklı fikir ve düşüncelerin çatışmasından doğar. Ancak bu sözü öğrendiğim dönemde, kimi düşüncelerin, kitapların, yazarların ve şairlerinde yasaklı olduğunu da öğrenmiştim.
Onlardan birinin eserini üzerinde bulmaları halinde işin dumandı.
Bizim nesil lise yıllarında Mücahittik de. 16 yaşında Kışlada idim. Sabahleyin 7.30- 13'e kadar okuldaydık. Okuldan çıkar, koşa koşa Kışla'ya giderdik. Okul üniformasını çıkartır, askeri üniformayı giyer ve saat 14.30'da kışlada içtimada hazır olurduk. Sonra askeri eğitim, nöbetler başlardı.
Yani Ermeni şarapcı Amerikano'nun dediği gibi. "Gündüz Cahit, gece Mücahittik."
Önce müdür, sonra komutan
Okulda sabahleyin önce Müdürümüz bizi hazır olda tutar. Nutkunu ve kendince suçlu gördüklerini söylerdi. Malum biz "erkek lisesi" idik. "Erkektik"...
Sonra birerli kol, müdürün önünden geçer, okul üniformasının eksiği var mı yok mu? Bakar. Bir de geçerken pantolonun paçasını da çekecektiniz, bakalım çorabın rengi, siyah mı? Eğer siyah değilse vay halinize.
Öğlen 14.30'da Kışlada içtimada idik. Bu kez, Askeri üniforma tamam mı? Paçalar, Bot'un üstünde lastikle düzenli mi duruyor? Bende 16 yaşın içinde, kendi kendime, "Ne hal be, disiplin dedikleri paça ve saç sakal mı" der öfke duyardım.
Kitap...
İşte bu atmosferde kışlada nereden geldiğini bilmediğim bir kitap buldum. Okudum, çok beğendim. "Erich Maria Remarque'nin, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" isimli kitabı idi.
Savaşın anlamsızlığını ve militarizmin insanlıktan uzak durumunu ortaya koyan güzel bir romandı. Bu kitabı gece 1- 4 nöbetinde küçük pilli ceb feneri ışığında komutana yakalanma korkusu içinde okumaya başlamıştım. Nöbet bitti, ama kitap bitmedi.
Onu, Parka'nın cebinde, Kışlaya, koğuşa getirdim. Yine ceb feneri ışığında sabaha kadar okudum, bitirdim.
Çok beğendim. Arkadaşlara verdim. Kitap elden ele gezdi. Sonra "yakalandı".
Vay ki ne vay. Çekmediğimiz kalmadı. En sevindiğim yan, kimse kimseyi satmadı.
Arkasından 1971’de Türkiye'ye gittik. Malum, 1971 darbesi, sıkıyönetim var. Fırtına ismi altında, tüm İstanbul'un sokağa çıkma yasağı ile evde hapis edilip, yoklanmasını yaşadım... İlk baktıkları da silah değil, kitap, dergi ve gazete idi.
İşte böyle bir atmosferde, "Barika-i Hakikatın Müsademe-i Efkârdan" doğduğu sözünün dinamiğini değil, aksine baskı ve yasakla belli bir düşüncenin hakimiyetinin aranmasının hakim siyasi anlayış olduğunu öğrendim. Buna isyanım hala sürüyor...
Ne oldu? Kimseninde baskı, yasak ile bir yere varamadığını da yaşayarak öğrendim...
Ne uydu ol, ne ara...
Bunu neden yazdım? Bunca yaşanmışlıktan sonra polis araması ile kuyulardan kitaplar çıktığına dair haberi gazetelerde okuyunca bunlar aklıma geldi.
"Az gittik, uz gittik hala bir arpa boyu yol gitmedik". Evet, kitabın korkudan kuyuya atıldığı ve bulunmasının da bir şey yakaladım havasında, haber yapıldığı yerde hakikat ortaya çıkmaz.
Üstelikte bugün karşı olduğuna bu yapılırsa, sonrasında bunun arkasının herkese gelebileceği endişesini taşıdığım için bunu önemsedim ve yazdım.
Evet; terör, darbecilik karşı çıkılması ve nefret edilmesi gereken çok zararlı eylemlerdir. Ama darbeye, teröre karşı en önemli panzehir, demokratik değerler içinde düşüncenin özgürce tartışılması ve yanlışın ortaya bu şekli ile çıkmasıdır.
Ancak ne acıdır ki farklılıklar, hala tartışma temelinde hakikatin ortaya çıkmasının dinamiği olamıyor. Aksine farklılıklar kamplaşma ve düşmanlaşma aracı kılınıyor.
"Ya bendensin ya düşmansın." Üstelik farklılık adı altında sövme, sayma, çamur atma. Hemde sosyalleştiğimizi zan ettiğimiz sosyal medyada hakim oluyor...
Bu mantık, yalnızca farklı siyasi partiler arasındaki ilişkileri belirlemiyor. Bu mantık; görüşe sahip olduğunu söyleyen siyasi partilerin içinde dahi hakimdir.
Ayni görüşte olsanız dahi nüanslarda ve bazı esaslarda farkınız olabilir. Olmalıdır da. Ama siyasi partiler arasında olduğu gibi, onların kendi içinde dahi farklılaşmaya tahammül yok. Çünkü aranan, toplumda ve siyasi partiler arasında ve onların içinde "homojen" bir yapıdır. Ama böyle bir yapı ile ne birlik olur, nede dinamik bir yaşam gelişir. Birlikler yapay olur. Bu nedenle; ne uydu ol, ne uydular ara...
Bu yüzden, "Barika-i Hakikat Müsademe-i Efkârdan Doğar" sözü hala önemlidir. Farklıkları, sövme, yasakçılık, düşmanlık olmadan, tartışmayı becerdiğimizde gelişmeyi sağlayabileceğiz.

Yorum Gönder





MARAŞ MI DEDİNİZ? DÜŞERSİNİZ ve METİN HAKKI
(3 Ağustos 2017 Diyalog Gazetesi)
Kıbrıs sorunundaki gelişmelerle bağlantılı hamaset havada uçuyor. Havada uçan
keskin sözlerden biri "Maraş'ı Tek Taraflı Açalım" ifadesidir.
Bakın, "Maraş'ı tek taraflı açalım", sözüne dört elle sarılanlara şunu söyleyelim. Bu adımla ip, toplumun ve Türkiye'nin ayağına dolanır. Birlikte düşeriz. Neden?
Çünkü bu sözü söyleyenler KKTC Hukuk düzeninden dahi haberdar değillerdir.
Bir kere siz Maraş'ı açıp, eski sahiplerine "Türk Kontrolünde" veremezsiniz.
Ayni şekilde Maraş'ı BM denetiminde açıp, eski sahiplerine de veremezsiniz.
Buna KKTC Hukuk düzeni engeldir.
Çünkü, Mağusa Kaza Mahkemesi tek taraflı bir dinlemeden sonra o günün atmosferi içinde 2005'te aldığı bir kararla , " Maraş'ın Evkafa ait olduğu hükmünü" vermişti.
Bu yüzden bugün olayın üzerinde KKTC Hukuk kilidi oluştu.
Ayrıca 2005 mahkeme kararı nedeni ile KKTC Yüksek İdare Mahkemesi, açılan bir davaya bağlı olarak geçen yıl, Maraş'taki Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin mülkleri ile ilgili olarak Taşınmaz Mal Komisyonuna dahi başvuramayacağını da hükme bağladı.
ŞİMDİ AHİM YOLU...
Bu yüzden bugün AHİM'e Maraş'la ilgili olarak davalar açılmaya başlandı. Bu yıl Mayıs ayında iki dava açıldı.
Çünkü AHİM kuzeyde kalan mülkleri ile ilgili olarak Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin KKTC'deki İç Hukuk Yolunu tükettikten sonra kendisine başvurması kararını almıştı.
Bu iç hukuk yolu da Taşınmaz Mal Komisyonu ve KKTC Yargısıdır. Bu yolu AHİM, değerli bir iç hukuk yolu olarak öngörmüştü.
Kısacası Kıbrıslı Rum mülk sahipleri ancak bu iç hukuk yolu tüketildikten sonra AHİM'e başvurabilirdi.
Ancak, Yüksek Idare Mahkemenin, Mağusa Kaza Mahkemesinin zamanında aldığı karara bağlı olarak, Maraş'taki mülkler için Kıbrıslı Rumların TMK'ya başvuramayacağını hükme bağlaması üzerine, iç hukuk yolu kalmadığı veya olmadığı için, Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin AHİM'e başvurma hakkı doğmuş oldu.
Bu nedenle Mayıs ayında şimdilik iki dava açıldı.
Atıp Tutanlar Söylediklerini Yapamazlar.....
KKTC Yüksek İdare Mahkemesi iç hukukun bu durumuna bağlı olarak o kararı verdi. Dolayısı ile siz siyaseten iç hukukun bu gerçeğinin üzerinden de atlayamazsınız.
Yani bu absürtleşen gerçeğe bağlı olarak siz, Maraş'ı tek taraflı açıp onu eski sahiplerine de devredemezsiniz.
BM nezaretinde veya denetiminde de açamazsınız.
Bu zemine göre yapacağınız tek yol var. Buda onu hemen Evkaf'a devretmenizdir.
Bu adımı atarsanız da işte o zamanda ipi, kendinizin ve Türkiye'nin boynuna kendi elinizle dolarsınız. Hemde sıkı sıkı.
Çünkü derhal yüzlerce, binlerce davanın Türkiye aleyhine AHİM'e açılmasını kendi elinizle sağlamış olursunuz..
Ha bazıları bunun hayali peşinde olabilir. Nasıl ki Kuzeyde Evkaf malları kimisi için yıllarca "yağma Hasan'ın böreği" oldu. Bunlar koca Maraş'ın böylece Evkafa devredilerek eski metotlarla ayni akibetle uzun vadeli kiralarla kendilerine kalacağı hayalini görebilirler.
Ama bunun hayali dahi, dakikasında kursaktan boğulmaya yol açar.
Evet, KKTC'de yaşanan bu absürt gerçeğimizi dahi akıllarına getirmeyen, "Maraş'ı Tek Taraflı Açalım" kahramanları bu konuda bir kez daha tökezlediler.
Metin Hakkı..
Bu konudaki gerçeği ve konunun ele alınmasına dönük ciddi hukuk yolunu eski Yüksek Mahkeme Başkanı Avukat Sayın Metin Hakkı gündeme getirdi.
Bu konuda kendisi KKTC Yargıtayına önemli bir hukuk yolu olan Certiorari başvurusunda bulundu.
Bu yol da söz konusu karar verilirken ilgili tarafların dinlenmediği gerçeğinden hareketle, üzerinden zaman da geçmesine karşın, davanın yeniden ele alınmasını ve kararın iptali talebini içeren ciddi bir hukuki girişimdir.
Evet, bu olay bir kez daha, öngörüsüz ve duygusal kararların daha sonra ne gibi sıkıntılara yol açtığının en yeni örneği olarak bizi buldu.
Bu yüzden Sayın Metin Hakkı'nın deneyimli bir hukuk insanı olarak ele aldığı ve topluma aktardığı bu konu son derece önemlidir.
Yargıtay bu başvuruyu görüşecek.
Dolayısıyla yargımızın sağlıklı bir karar vermesini dilerim.
Çünkü daha şimdiden Maraş'taki mülk sahiplerine, mülkleri ile ilgili olarak KKTC İç Hukuk Yolunun tıkalı olduğunun Yüksek İdare Mahkemesi kararından sonra ortaya çıkması ile onların AHİM'e başvurmaları ve Türkiye'yi dava etme gerçeği ortaya çıktı. Bu herkesi ciddi ciddi düşündürmelidir.
Bu yüzden atıp tutmalarla, "Maraş'ı açacağız " söylemleri ile bu gerçeğin üzerinden atlayarak yol yürümeye çalışamazsınız.
Bu yüzden Sayın Metin Hakkı'nın bu konuda basına yaptığı açıklama ile konuyu toplum bilincine getirmesi ve attığı hukuki adım, takdire şayan bir olaydır.
Yani bağnazlık toplumun önüne, yeni doğan sıkıntılı bir konu daha bıraktı.
Hülâsası Maraş konusunda atıp tutanlar, KKTC hukukuna göre de bu konuda bir şey yapamaz. Artık absürtleşen bu siyaset böyle devam ederse, AHİM'de Türkiye'yi hedef alacak binlerce dava olacak. Bu hem Kıbrıslı Türkleri, hemde Türkiye'yi yeniden mağdur edecek
3 Ağustos 2017 Diyalog Gazetesi..
MARAŞ MI DEDİNİZ? DÜŞERSİNİZ ve METİN HAKKI ( 3 Ağustos 2017 Diyalog Gazetesi)
Kıbrıs sorunundaki gelişmelerle bağlantılı hamaset havada uçuyor. Havada uçan
keskin sözlerden biri "Maraş'ı Tek Taraflı Açalım" ifadesidir.
Bakın, "Maraş'ı tek taraflı açalım", sözüne dört elle sarılanlara şunu söyleyelim. Bu adımla ip, toplumun ve Türkiye'nin ayağına dolanır. Birlikte düşeriz. Neden?
Çünkü bu sözü söyleyenler KKTC Hukuk düzeninden dahi haberdar değillerdir.
Bir kere siz Maraş'ı açıp, eski sahiplerine "Türk Kontrolünde" veremezsiniz.
Ayni şekilde Maraş'ı BM denetiminde açıp, eski sahiplerine de veremezsiniz.
Buna KKTC Hukuk düzeni engeldir.
Çünkü, Mağusa Kaza Mahkemesi tek taraflı bir dinlemeden sonra o günün atmosferi içinde 2005'te aldığı bir kararla , " Maraş'ın Evkafa ait olduğu hükmünü" vermişti.
Bu yüzden bugün olayın üzerinde KKTC Hukuk kilidi oluştu.
Ayrıca 2005 mahkeme kararı nedeni ile KKTC Yüksek İdare Mahkemesi, açılan bir davaya bağlı olarak geçen yıl, Maraş'taki Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin mülkleri ile ilgili olarak Taşınmaz Mal Komisyonuna dahi başvuramayacağını da hükme bağladı.
ŞİMDİ AHİM YOLU...
Bu yüzden bugün AHİM'e Maraş'la ilgili olarak davalar açılmaya başlandı. Bu yıl Mayıs ayında iki dava açıldı.
Çünkü AHİM kuzeyde kalan mülkleri ile ilgili olarak Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin KKTC'deki İç Hukuk Yolunu tükettikten sonra kendisine başvurması kararını almıştı.
Bu iç hukuk yolu da Taşınmaz Mal Komisyonu ve KKTC Yargısıdır. Bu yolu AHİM, değerli bir iç hukuk yolu olarak öngörmüştü.
Kısacası Kıbrıslı Rum mülk sahipleri ancak bu iç hukuk yolu tüketildikten sonra AHİM'e başvurabilirdi.
Ancak, Yüksek Idare Mahkemenin, Mağusa Kaza Mahkemesinin zamanında aldığı karara bağlı olarak, Maraş'taki mülkler için Kıbrıslı Rumların TMK'ya başvuramayacağını hükme bağlaması üzerine, iç hukuk yolu kalmadığı veya olmadığı için, Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin AHİM'e başvurma hakkı doğmuş oldu.
Bu nedenle Mayıs ayında şimdilik iki dava açıldı.
Atıp Tutanlar Söylediklerini Yapamazlar.....
KKTC Yüksek İdare Mahkemesi iç hukukun bu durumuna bağlı olarak o kararı verdi. Dolayısı ile siz siyaseten iç hukukun bu gerçeğinin üzerinden de atlayamazsınız.
Yani bu absürtleşen gerçeğe bağlı olarak siz, Maraş'ı tek taraflı açıp onu eski sahiplerine de devredemezsiniz.
BM nezaretinde veya denetiminde de açamazsınız.
Bu zemine göre yapacağınız tek yol var. Buda onu hemen Evkaf'a devretmenizdir.
Bu adımı atarsanız da işte o zamanda ipi, kendinizin ve Türkiye'nin boynuna kendi elinizle dolarsınız. Hemde sıkı sıkı.
Çünkü derhal yüzlerce, binlerce davanın Türkiye aleyhine AHİM'e açılmasını kendi elinizle sağlamış olursunuz..
Ha bazıları bunun hayali peşinde olabilir. Nasıl ki Kuzeyde Evkaf malları kimisi için yıllarca "yağma Hasan'ın böreği" oldu. Bunlar koca Maraş'ın böylece Evkafa devredilerek eski metotlarla ayni akibetle uzun vadeli kiralarla kendilerine kalacağı hayalini görebilirler.
Ama bunun hayali dahi, dakikasında kursaktan boğulmaya yol açar.
Evet, KKTC'de yaşanan bu absürt gerçeğimizi dahi akıllarına getirmeyen, "Maraş'ı Tek Taraflı Açalım" kahramanları bu konuda bir kez daha tökezlediler.
Metin Hakkı..
Bu konudaki gerçeği ve konunun ele alınmasına dönük ciddi hukuk yolunu eski Yüksek Mahkeme Başkanı Avukat Sayın Metin Hakkı gündeme getirdi.
Bu konuda kendisi KKTC Yargıtayına önemli bir hukuk yolu olan Certiorari başvurusunda bulundu.
Bu yol da söz konusu karar verilirken ilgili tarafların dinlenmediği gerçeğinden hareketle, üzerinden zaman da geçmesine karşın, davanın yeniden ele alınmasını ve kararın iptali talebini içeren ciddi bir hukuki girişimdir.
Evet, bu olay bir kez daha, öngörüsüz ve duygusal kararların daha sonra ne gibi sıkıntılara yol açtığının en yeni örneği olarak bizi buldu.
Bu yüzden Sayın Metin Hakkı'nın deneyimli bir hukuk insanı olarak ele aldığı ve topluma aktardığı bu konu son derece önemlidir.
Yargıtay bu başvuruyu görüşecek.
Dolayısıyla yargımızın sağlıklı bir karar vermesini dilerim.
Çünkü daha şimdiden Maraş'taki mülk sahiplerine, mülkleri ile ilgili olarak KKTC İç Hukuk Yolunun tıkalı olduğunun Yüksek İdare Mahkemesi kararından sonra ortaya çıkması ile onların AHİM'e başvurmaları ve Türkiye'yi dava etme gerçeği ortaya çıktı. Bu herkesi ciddi ciddi düşündürmelidir.
Bu yüzden atıp tutmalarla, "Maraş'ı açacağız " söylemleri ile bu gerçeğin üzerinden atlayarak yol yürümeye çalışamazsınız.
Bu yüzden Sayın Metin Hakkı'nın bu konuda basına yaptığı açıklama ile konuyu toplum bilincine getirmesi ve attığı hukuki adım, takdire şayan bir olaydır.
Yani bağnazlık toplumun önüne, yeni doğan sıkıntılı bir konu daha bıraktı.
Hülâsası Maraş konusunda atıp tutanlar, KKTC hukukuna göre de bu konuda bir şey yapamaz. Artık absürtleşen bu siyaset böyle devam ederse, AHİM'de Türkiye'yi hedef alacak binlerce dava olacak. Bu hem Kıbrıslı Türkleri, hemde Türkiye'yi yeniden mağdur edecek
3 Ağustos 2017 Diyalog Gazetesi..