Dünü yargılar ve günümüzü yorumlayıp, yarına daha gelişmiş olarak varmayı değerlendirirken, farklı siyasi ve düşünsel eğilimlerin bir klasik ifadesi var.
" Dünya Globalleşti, Ekonomi Küreselleşti".
Özellikle bu ifadeleri, kamu kaynakları ile kamusal alanları, daraltmak, bunları özelleştirme yağmasına açmak, sosyal devlet uygulamalarını ortadan kaldırıp, kaynakları büyük şirketlerin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışan neo - liberal politikaların savunucularının bu siyasetlerine yol açmak için çok kullandığını biliyoruz.
Dünyanın globalleştiği, ekonominin küreselleştiği sözlerini her alanda dile getirenler dünü, yani ulus devlet temelinde oluşan ekonomik yapıyı da acımasızca yargılarlar..
Ama bu yargılamayı ekonomik, demokratik düzenlemeleri gerilemek için yapanlar, iş; ayni dönem içinde, ulus devlet anlayışı ve soğuk savaş yaklaşımı ile oluşan politikalarının yol açtığı Ayrılıkcı veya Hakimiyetçi milliyetçi siyasetlerin neden olduğu çatışmaları değerlendirmeye geldiğinde, bu eski çatışmaları sorgulama ,yargılama yerine, çatışma noktalarında, dünün milliyetçi önyargılarda oluşanları savunmaktadırlar.
Küreselleşme söyleminin "yeniliği", onların mantığında bu çatışma noktalarda yok olmaktadır.
Türkiyeli Şirketler ve Anastasiadis
Türkiyeli şirketlerle, "Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı" Sayın Anastasiadis'in, Doğu Akdeniz'deki gaz rezervlerinin nakli ile ilgili olarak gaz boru hattı için görüştükleri açıklandı.
Bu büyük bir siyasi tartışmaya yol açtı. "Vay ki ne vay" sözleri ortalığı sardı.
Eğer, dünya globalleşmiş ve ekonomi küreselleşmiş söylemine dayalı sözlerde samimi olsalar, normalde bu görüşme, öyle hayret nidaları ile karşılanmazdı....
Ama bu öyle değil.
Kendi halklarına dönük dar ekonomik çıkarlar için kamusal alanları daraltma, kamu kaynaklarını büyük şirketlere ağırlıkla sunma ve sosyal devleti de yok etmeyi "yenilik" adına isteyenler, ayni anda, dünün, ulus devlet politikaları ile oluşan milliyetçi çatışma noktalarında dün oluşturdukları halklar arası düşmanlıkların devamına da çalışmaktadırlar.
Bu yüzden, ulusal devlet siyasetlerinin dorukta olduğu dönemden miras kalan bu tarihi çatışma noktalarında, küreselleşme söyleminin tersine, ulusal temelli çatışma siyasetlerinin kendini yeniden üretmesi gayreti hayişkar bir şekilde sürdürülmeye çalışılır..
Evet, Kıbrıs gibi bir adada, milliyetçi çatışma temelinde bu adanın ekonomisinin bölünmesi zaten akıl dışı bir olaydır.
Ama bu gerçeğe karşın, Küreselleşme edebiyatının Elen dilinde en büyük savunucuları, ısrarla, 20. Yüzyılın çatışma mantığı ve dili ile Türkçe konuşan adanın Kuzey sakinlerine ambargo ve ekonomik dışlama uygulanması yapmayı, en önemli "ulusal " siyaset olarak takip etmekten de çekinmiyor.
Ayni adanın Türkçe konuşan Kuzeydeki sakinleri de Küresellleşme konusunda ayni ahkamı keserken, ekonomik anlayışta Kuzeyde, 20.Yüzyıldan kalma, "Türk'ten Türk'e " politikasının içten içe destekçisi olmayı hedefliyorlar.
Bu öyle bir şey ki 1974'ten sonra Güney; Kuzey ile ekonomik ilişkiyi ret ederken ayni dönemde Kuzeyde, Güney ile ekonomik ilişkiyi yasakladı.
Yani siyaseten savundukları hakimiyetci ve ayrılıkçı siyasetleri ilerletmek için küreselleşme söylemine karşın, adanın ekonomisini bölmek konusunda hiç bir tereddütleri olmadı.
Her iki kesimde, bu siyasetlerini, adada oluşturdukları sınırlarda, " kuş uçamaz ve geçemez" böbürlenmesi ile övündükleri sınırlarda, yarattıkları güvenlik duvarları ile sağlamayı amaçladı.
Bunu da katı bir yasakcılık ile sürdürmeye çalıştılar.
Ancak bu övünülen "uluscu güvenlikli" sınır böbürlenmelerine karşın, 1974'ten 2003 sınır kapılarından insanların geçişlerinin kısmi açılışına kadar geçen sürede, iki taraf arasında "kuş uçamaz ve geçmez" övünmesi ile düzenlenen sınırdan, milyarlarca dolarlık ticaret, kaçak yollardan iki taraf arasında yapıldı ve gerçekleşti.
Bu yasakçı ve bölücü siyaset uygulanırken Güneyde, Türkiye ve Kuzey ile ticaret yapmak günah merkezleri ile yapılan bir ayıp ve günah iş gibi gösterildi.
Ama kaçak yollardan Kuzeye mal satmak da önemli bir kazanç kapısı oldu. Kilisenin içki fabrikalarından dahi milyonlarca dolarlık içki Kuzeye satıldı.
Bu arada , global gelişme ile Güneydeki limanlardan resmi olarak Güneye milyonlarca dolarlık mal ithalatı da Türkiye'den yapıldı.
Kuzeyden 2003 sonrası açılan sınır kapılarından geçen Kıbrıslı Türklerde, Güneyde satılan Türk Malı ürünleri, "vay be" diyerek gördü.
Ayni dönemde Güney ile her tür ilişkiyi "hainlik "olarak gören Kuzeydeki yönetim altında da Güneyden yapılan kaçakçılıktan servetlerin belli kesimlerin kazanması maharetten sayıldı.
Güneye de kaçak yollardan mal satmakta "meşru" oldu.
Ama çantasında ya da evinde bir şişe içki bulunan insanlarda mahkemelerde yargılandı ve ceza aldı.
Türkiye ile Güney arasında gelişen bu ticari ilişkiyi, Kuzeyde, ayrı ekonomik yapıyı ve Türkiye ile ekonomik entegrasyonu tek çıkar yol olarak gören Kuzeyin iş kesimleri ile sağ siyasetçileri buna gizlenmiş bir öfke duydu ve milliyetçi bir refleksle bunu karşıladı.
Üstelik bu akıl dışılık, bir başka açıdan da devam ediyor. Ettirenler bundan utanmıyor bile. Nasıl mı?
Türkçe ve Elence, globalleşme ile küreselleşme söylemlerinin alıp başını gittiği bu dönemde; Kuzeyin, Güneyin ve Türkiye'nin deniz ve hava alanlarının hala birbirine dönük yasak olması garabeti ile bu anlayış, halen devam ediyor.
Ama turist gemileri, Criuslar, örtülü ayak oyunları ile de birbirine insan taşımayı da gizlice sürdürmeye çalışıyor.Üstelik İstanbul ve Atina'ya Kıbrıslı Rumlar ve Türklerde gidip geliyor.
O denli akıl dışı bir ilişki ki bu Kıbrıslıların Londra, Paris ve diğer yerlerde yaptıkları harcamalar değil de Kıbrıslı Rumların İstanbul ve Kuzeyde, Kıbrıslı Türklerinde Güneyde yaptıkları harcama miktarları basında haber diye çıkıyor.
Bunu da kim zararlı kim karlı milliyetçi ölçüsü ile ölçmeye kalkıyorlar.
Sonra da Globalleşme, Küreselleşme edebiyatları yapmaya da devam ediyorlar.
Dünyanın küreselleştiği edebiyatını, sosyal hakları ve kamusal alanları budamak için kendi insanlarına dönük yapan egemen güçler, ekonomik ilişkinin bu en temal alanlarını, yani deniz ve hava limanlarını, birbirine karşı yasaklamayı, bu akıl dışı tavrı sürdürmeye devam ederken ve Rumlar Kuzeyde, Türkler Güneyde ne harcadı edebiyatını, milliyetçi refleksleri tetikleyecek yasakçı mantıkları yeniden üretmek için yapmayı marifet sayarken, iki yüzlü tavırla, ekonomik ilişkileri sürdürmeyi de boşlamıyorlar.
Kuzeyin, Güneyin ve Türkiye'nin Globalleşmiş, Küreselleşmiş dünya ekonomisi ve siyasetini savunan belli ağızları; iş Soğuk Savaş mirası Kıbrıs sorununa geldi mi, dar milliyetçi siyasetlerini ifade etmekten de asla geri kalmamaktadırlar.
Karşılıklı olarak gizli ve örtülü ticaret yapıyorlar ama, hava ve deniz limanlarına dönük devam eden yasağı da kendi kamuoylarına dönük olarak, diğerini suçlayan söylemlerle şekillenen ulusal sözlerle de savunuyorlar.
Bu iki yüzlü siyaset sonuçta, en doğal olarak olması gereken ekonomik ilişki arayışlarının bir gereği olan Sayın Anastasiadis'le Türkiyeli şirketlerin görüşmesini dahi gizleyen bir yana dönüşüyor.
Kıbrıs Cumhuriyeti ve Çözüm Gerçeği:
Bu konuda ikinci bir gerçekte şudur.
Kıbrıs Cumhuriyetini siz istediğiniz kadar Kuzeyde veya Türkiye siyasetinde ret edin, yok sayın. Uluslararası siyaset ve hukuk indinde o hükümet ve yapı, Kıbrıs Adası'nın "meşru " temsilcisidir.
Bu yüzden siz istediğiniz kadar onu ret edin.
Eğer, Doğu Akdeniz'deki bu gaz pazarlığından pay almak ve enerji kaynakları ve yollarına dair bir konum elde etme niyetiniz varsa, sonuçta, illa ve illa bu uluslararası meşruluğa sahip ülke ve yönetimi ile bir bağınız olması gerekir.
Bu gerçek; Türkiyeli, özel ve kamu şirketlerinin bu konuda, resmi Türkiye ve Kıbrıs Türk siyasetinde, bu gaz kaynakları üzerinde Kıbrıslı Türlerinde hakkı ve ortaklığı olduğu ifadelerine karşın,Türkiyeli şirketlerin gaz konusunda neden Kıbrıs Türk Yönetimi ve onun yöneticileri ile görüşmediklerinin temelini oluşturmaktadır. Onlar bu uluslararası meşruluk nedeni ile Sayın Anastasiadis'le gizli- açık görüşme yapmaktadırlar. Bunun cevabı işte buradadır. Yani yaşamın bu gerçeği bunu zorunlu kılan haldir...
Siz kendinizi nasıl görürseniz görün. Çünkü, Kuzeydeki yönetim, uluslarası siyaset ve hukukun bir parçası değildir.
Bu yüzden, bu stratejik konuda kimse bizim kapımızı çalmaz. Çözümsüzlük sürdükce çalmayacakta.
Bu acı gerçek nedeni ile ne bu gaz konusunda evrensel temelde, "sofranın" düzenlenmesinde, nede bu sofraya, servis edilecek "yemeğin" hazırlandığı mutfakta, hiç bir zaman görünür bir varlığımız olamaz.
Yani bu anlamda Türkiyeli şirketler içinde biz, "görünmezlik hapı" yutmuş yok hükmündeyiz.
İstediğiniz hamaset edebiyatını yapın veya bu görüşme nedeni ile Türkiyeli şirketleri suçlayın, bu ilişkiyi belirleyen gerçek işte budur...
Yani Kıbrıs sorununu, Federal ilkelerde çözüp, Kuzeyi; Tek Egemenliği, Tek Uluslararası Kimlliği, Tek Vatandaşlığı olan Federal Devletin siyasi eşit tarafı haline döndüremezseniz, bu gaz sofrasının düzenlenmesi ve mutfağındali üretim için kimse, bizim kapımızı çalmayacaktır. Ne Türk, Ne Mısırlı, İsrailli, ya İngiliz, ABD'li yada İtalyan Rus ya da Fransız veya Çinli.....
Bu gerçek eğer çözüm olmazsa, hep yüzümüze vuracak ve biz asla görünür, aranan ve kapısı çalınan yapmayacaktır.
Bu yalnız gaz konusunda değil, en basitinden Spor karşılaşmalarında da olmaya devam edecektir.
Türkiye Spor Kulüpleri Güneye,; Güneyin spor kulüpleri Türkiye'ye gidecek ve Kıbrıs Cumhuriyeti Bayrağı Türkiye'deki spor karşılaşmalarında da dalgalanacaktır. Biz de Kuzeyde bunun seyircisi olmaya devam edeceğiz.
Bu gerçek nedeni ile de, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki gaz sofrasından pay almak isteyen şirketleri de Lefkoşa'da Silahtar Burcunda yer alan eski İngiliz Vali Yardımcısının Konağı olan, KKTC CB'lığı Sarayının kapısını çalıp Sayın Akıncı ile değil; Güney Lefkoşa'da eski İngiliz Valisinin Konağının yer aldığı tepedeki Sarayda oturan "KC, CB'ı" Sayın Anastasiadis'in kapısını çalacaktır.
Bu gelişmeleri ise sol, kendi tezleri için, aldatılmış insan tepkileri ile elleyerek, içinde gizli milliyetçi söylem de olan, anti -Türkiye tepkilerle ele alıp eleştirecek.
Bu eleştirinin de bir müddet sonra da anti- Rum ifadelerle şekillenmesine de engel olamayacaktır.
Sağ ise bunları," anasına " açıktan kızamayan bir anlayışla suskun, ama içten içe de müthiş kızgın ve el altından oluşturduğu anti - Türkiye tepkilerle, teslimiyetiçi söz ve söylemlerle ele alacaktır.
Tek Egemenliği ve siyasi eşitliği olan Federal Kıbrıs'ı bir an önce kuramazsak, bunu hamaset edebiyatçı gölgesinde iki yüzlü bir şekilde hep yaşayacağız.
Ayni zamanda uluslararası tanınmışlık meselesi ile bu konuda yaşananları da bugün tek yanlı avantaj sayan Kıbrıs Rum egemen güçleri de, bu tanınmışlık avantajına karşın bu zenginliğin değerini çözümsüzlük şartlarının devamı ile doya doya yaşayamayacaktır.
Bu tek kanatla, "KC Güvercinini" yani Kıbrıs Cumhuriyetini, Doğu Akdeniz'de özgür ve huzurlu olarak uçuramayacaklardır.
Bu tek kanatlı Güvercin ile yani Kıbrıs Türk tarafını dışlayan yapı nedeni ile, adanın ve ülkenin çıkarlarını tam anlamı ile koruyamayacaklardır.
Bugün Mısır ve İsrail ile çok uluslu petrol şirketleri karşısında yaşadıkları, gerçekte de budur. Yani bu gaz sofrasından, Kıbrıs'ın, en maksimum fayda ile değil, en azla faydalanmasına yol açmışlardır....
Bu gaz sofrasından en maksimum faydayı iki taraf ve toplum, bir an evvel, Tek Egemenliği, siyasi eşitliği olacak olan,11 Şubat Ortak Belgesi'ne dayalı Federal Çözümün gerçekleşmesi ile yaşayacaklardır.
Çünkü, Güvercin iki kanatla uçarsa, menzile sağlıklı varır.
Sayın Tufan Erhüman'ın Yeni Düzen'de yayınlanan AHİM kararını 25 soruda ele aldığı yazısı ile birlikte Sayın Romans Mapolar'ın Kıbrıs Gazetesinde konu ile ilgili yazdığı makalede çok önemli bakış açısı vermektedir. Okunmasında fayda büyük.
Kıbrıs’taki Mülkiyet Sorunuyla Özdeşleşen Ve Gündemden Hiç Düşmeyen Bir Dava:
Demopoulos v/d –Türkiye Davası
(Başvuru numaraları: 46113/99, 3843/02, 13751/02, 13466/03, 14163/04, 10200/04, 19993/04 ve 21819/04)
R. Afif Mapolar
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 67/2005 sayılı Taşınmaz Mal Yasası tahtında kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) erişilebilir, tarafsız, etkin ve tüketilmesi gerekli bir iç hukuk yolu olup olmadığını değerlendirebilmek için güney Kıbrıs’ta mukim Rum asıllı 17 Kıbrıs vatandaşının kuzey Kıbrıs’ta terk etmek zorunda kaldıkları mülklerinden yararlanamadıkları iddiasıyla açtığı davaları, pilot dava kapsamında görüşme kararı alır.
Davaların içeriğini, bu kişilerin KKTC denetimi altında bulunan taşınmaz mallarından ve/veya evlerine erişimden yoksun kalmaları konusundaki iddiaları oluşturmaktadır. Konu taşınmaz malların bir kısmı tarla olarak işlenmiş, bir kısmı üzerine de inşaat yapılmıştır.
Aralık 2005'te yürürlüğe giren 67/2005 sayılı Taşınmaz Mal Yasası’na göre; terk etmek zorunda kaldıkları taşınır veya taşınmaz mallar üzerinde hak talebinde bulunan gerçek (1974’teki mülkiyet sahipleri ve yasal mirasçıları) ve tüzel kişiler, Taşınmaz Mal Komisyonu’nda (TMK) dava açabilmektedirler.
Davaların İçeriği ve Mahkemenin Oluşumu
Başvuranlar Ocak 1999 ve Mart 2004 tarihleri arasında, 1 no’lu Protokolün 1’inci maddesine (mülkiyetin korunması), Sözleşme’nin, 8’inci maddesine (aile ve konut yaşamına saygı) ve Christomsou davası hariç 14’üncü maddesine (ayrımcılığın önlenmesi) dayanarak mülkiyet haklarının ve meskenlerinin kullanılmasının engellendiği ve ayrımcılığa uğradıkları iddiasıyla dava açarlar.
Başvuranlardan Sotiriou, Moushoutta ve Stylas iddialarına ayrıca, Sözleşmenin 8’inci Maddesi (aile ve konut yaşamına saygı) çerçevesindeki haklarını ve 1 no’lu Protokol’ün 1’inci maddesi kapsamında Madde 13 ile düzenlenen “etkili başvuru” haklarından yoksun bırakıldıklarını da eklerler.
Davayı görmeye yetkili AİHM Dördüncü Dairesi, 19 Mayıs 2009 tarihli kararıyla, tarafların itiraz etmemesini de dikkate alarak, AİHS Madde 30 uyarınca, yargı yetkisinden Büyük Daire (Grand Chamber) lehine vazgeçer. Büyük Daire duruşması ise 18 Kasım 2009’ da Strazburg'da yapılır.
Kabul edilebilirlik aşamasındaki karar 1 Mart 2010 tarihinde, üyeleri 17 yargıçtan oluşan AİHM tarafından oy çokluğu ile alınır:
Mahkeme Kararı:
Protokol 1 Madde 1 (Mülkiyet Hakkının İhlali İddiaları)
Daha önce görülen Xenides-Arestis davası da pilot dava sınıfına alınmış bir davaydı. Bu davadaki örnek hüküm usulü, konu sekiz davada da izlenerek, kabul edilebilirliklerine ilişkin karar verilecekti. Xenides-Arestis davasında AİHM, TMK’nın oluşumuyla önerilen iç hukuk yolunun “ilkesel olarak” yeterli olduğu sonucuna vardıysa da ilke kararının açılımını ve ulaştığı bulgular ışığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ilgili maddelerinin yorumunu yapmamıştı.
AİHM, bu davada bir kez daha Anayasa Mahkemesinin 3/2006 sayılı davadaki hükmüne dayanır ve AİHS maddeleriyle çelişen ve eski sahiplerini mülkiyet haklarından yoksun bırakan, Anayasa’nın 159 no’lu maddesi gibi maddelerinin yasal sayılamayacağı iddiasını şöyle değerlendirir:
“Anayasa’nın 159 (1) (b) maddesinin yürürlükten kaldırılmamış olduğu doğrudur, ancak, uluslararası hukukun ileri sürdüğü görüş ve bu Mahkeme’nin tespitleri dahili KKTC ulusal makamlarınca, özellikle de, bahsi geçen mevzuatın Kıbrıslı Rum mal sahiplerine mallarının mülkiyetinin iadesine ve onlara tazminat ödenmesine izin verir şeklindeki yorumu üzerinde ısrarcı olan KKTC Anayasa Mahkemesince kabul edilmektedir”, (bkz. Demopoulos v/d– Türkiye para. 107).
Bu saptamadan sonra AİHM, 67/2005 sayılı Yasa’nın Kıbrıslı Rumların şikayetleriyle ilgili erişilebilir ve etkili bir telafi yöntemi sağladığı sonucuna varır. Davacılar bu olanaktan yararlanmamışlardır. Bu nedenle 1 no'lu Protokol’ün 1’inci maddesi kapsamındaki mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin iddialar, AİHS’e göre iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddedilir.
İç Hukuk Yollarının Tüketilmesi Kuralının KKTC’nin Denetimi Altındaki Bölgede Mülkiyet Haklarını Kaybeden Kıbrıslı Rumlara Uygulanıp Uygulanamayacağı:
Sözleşme’nin 35 (1) maddesine göre, “Mahkeme bir sorunu ancak, yaygın olarak kabul edilen uluslararası hukuk kuralları uyarınca, tüm iç hukuk yolları tüketildikten sonra ve son kararın alındığı tarihi izleyen altı aylık süre içerisinde ele alır.”
AİHM öncelikli olarak Kıbrıs sorununun çözümünden yanadır. Bununla beraber bireylerin haklarını aramaya devam etmeleri gerektiğine inanmaktadır.
Başvuranlar KKTC’nin denetimi altında yaşamasalar bile, KKTC’de yakınmalarına çözüm getirecek etkin bir çözüm yolu varsa, iç hukuk yollarını tüketme kuralı uygulanmalıdır. Bu bakış açısı, uluslararası toplumun Kıbrıs’taki hukuki durum anlayışını etkilemez.
AİHS ihlallerinden sorumlu olan Taraf Devlet, bu bölgede gerçekleşen insan hakları ihlallerinden sorumlu olup, insan haklarını korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
AİHM’e göre; KKTC yetkili otoritelerinin özel, idari veya ceza hukukuna ilişkin koyduğu kuralların veya bunların KKTC’de uygulanmasının, geçerliliğinin reddedilmesi veya bunların herhangi bir hukuki temelinin olmadığının kabul edilmesi, doğal olarak AİHS kapsamında saptanan sorumlulukla örtüşmeyecekti, (bkz. başvuruda bulunan Kıbrıslı Rum’un, engelleme nedeniyle bir KKTC polisi tarafından tutuklanmasının yasal bulunduğu Foka – Türkiye davası, (başvuru no.28940/95 para. 83, 24 Haziran 2008) ve bir KKTC mahkemesinde görülen bir ceza davasının, bu mahkemelerin bağımsız veya tarafsız olmadığı veya siyasi davranış sergiledikleri yönünde bulgu olmaması bakımından Madde 6’ya (adil yargılanma hakkı) uygun olduğuna karar verilen Protopapa - Türkiye davası, (bkz.başvuru no. 16084/90, para. 87, 24 Şubat 2009).
Müdahil olarak davaya katılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY), başvuruda bulunanların haklarının idari uygulamalarla ihlal edilmeye devam etmesinden dolayı, iç hukuk yollarının tüketilmesi zorunluluğunun olmadığı iddiasıyla ilgili olarak AİHM, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun böyle bir saptama yaptığı iddiasını kabul etmektedir. Ancak bu saptamadan sonra, KKTC’de AİHS ve uluslararası hukuka göre oluşturulmuş bir mevzuat bulunduğu gerçeğini de tamamen göz ardı etmemektedir. Üstelik kapıların açılması, siyasal iklimi bir hayli yumuşatmıştır. AİHM, iç hukuk yolunun işlerliğini kabul etmenin Türkiye’nin kuzey Kıbrıs üzerinde uluslararası olarak tanınan bir egemenlik sürdürdüğü anlamına gelmeyeceği görüşündedir.
AİHM’e göre, başvuruda bulunanlar KKTC’de yaşamıyorlarsa bile, eğer davalı devletin himayesinde taleplerini tatmin edecek bir telafi yöntemi varsa, AİHS Madde 35 (1) altında iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiği kuralı geçerlidir, (bkz. Demopoulos– Türkiye Davası para. 96).
AİHM’e Göre Yasal Tapu Kavramı:
AİHM’e göre, Kıbrıs’ın kuzeyindeki durum uluslararası toplum tarafından nasıl algılanırsa algılansın, bu durum AİHS ihlali olarak ileri sürülen mülkiyete ilişkin iddialar görüşüldüğünde verilecek hüküm için yetkili otoritenin (TMK) takdir hakkını kullanmasına engel değildir. AİHM, taşınmaz malların terk edilmesinden 35 yıl kadar sonra yapılmış olan birçok değişiklik göz önünde bulundurulduğunda, tüm davalarda mülkiyet iadesi yoluna gidilmesinin, AİHS ihlalleri mağdurlarının haklarını korumak için bile olsa, pek çok kadın, erkek ve çocuğun zorunlu tahliyesi ve yeniden konuşlandırılması sonucunu doğuracağı için, keyfi ve tedbirsiz olma riski taşıdığı görüşündedir.
AİHM, Kıbrıslı Rumların KKTC’nin tapularını ellerinden alma yetkisinin olmadığı düşüncesiyle, kaybettikleri malların karşılığı olarak tazminat talep etmemeleri, yalnızca kullanım kaybı (loss of use) için maddi zarar ziyan talep etmeleri sonucunda, teorik olarak, belli aralıklarla ve süresiz olarak hak talebinde bulunabilme şeklinde dengesiz bir durumun oluştuğu kanısındadır.
Aslında AİHM’e göre temel sorun, yasal tapu kavramının ve o tapunun tüm haklarını kullanma beklentisinin uygulamada ne oranda gerçekçi olduğudur. Kullanım kaybı için talep edilen zarar ziyan gittikçe daha kurgusal ve varsayımsal olmuştur. Zilyetlik (kullanım hakkı) ve mülkiyet arasında her zaman güçlü yasal ve fiili bir bağ olduğu doğru olmakla beraber, bu bağın zayıflaması ve üzerinden uzun zaman geçmesiyle, tapuların pratik sonuçlar için geçersiz kılınabileceği de kabul edilmelidir, (bkz. örneğin: fiili/iktisabi zilyetlik (adverse possession) davasında tapunun feshi ile ilgili olan J. A. Pye (Oxford) Ltd ve J A Pye (Oxford) Land Ltd v. The United Kingdom (BD) baş. no.44302/02, AİHM 2007 – X ).
Burada dikkat edilmesi gereken, bu davalardaki taşınmaz mal sahiplerinin, adil bir şekilde tazmin edilmedikleri sürece, herhangi bir resmi anlamda mülkiyet haklarını kaybetmiş oldukları değildir. AİHM, tapunun yasal nedene dayanmayan fiili/iktisabi zilyetlik (adverse possession) olarak kabul edilmesine neden olacak tüm tanımlamaları yapmaktan ve görüşleri belirtmekten kaçınmaktadır. Buna karşın, bu davaların sonucu olarak AİHM, Davalı Taraftan, şu anda ilgili taşınmaz malda kimin yaşadığına veya taşınmaz malın askeri bölgede olup olmadığına veya önemli bir kamu yararı için kullanılıp kullanılmadığına bakmaksızın, başvuruda bulunanların malına erişimini ve mülkiyetini tamamen almasını sağlamasını beklemenin gerçekçi olmadığı görüşündedir, (bkz. Demopoulos - Türkiye Davası para. 112).
AİHM, yalnızca, tapu sahibi olmakla, mülkiyet ve söz konusu malın kullanılması arasındaki bağın zaman içerisinde zayıflamış olmasının, Sözleşme’nin 35 (1) (kabul edilebilirlik koşulları) maddesinin tatmin edilmesi konusu üzerinde bazı etkileri olabileceği görüşündedir, (bkz. a.g.k. para. 113).
Taraf Devletin Telafi Yöntemini Seçme Hakkı:
AİHM’in yerleşen içtihat hukukuna göre, eğer ihlalin niteliği, eski halin iadesini (restitutio in integrum) mümkün kılacak şekildeyse, davalı devlet bunu uygulamak zorundadır. İade mümkün değilse, AİHM genel bir uygulama olarak, davalı devlete seçenek olarak malın serbest piyasa fiyatıyla orantılı makul bir tazminat ödemeyi şart koşmaktadır. Bunun nedeni Sözleşme’ye taraf devletlerin ihlal durumunda hükmü yerine getirme yöntemini seçme haklarının olmasıdır. Taraf devletin hükmün yerine getirilmesi ile ilgili bu takdir hakkı, Sözleşme Madde 1’de bulunan, taraf devletlerin, Sözleşme tarafından garanti altına alınan hak ve özgürlükleri koruma yükümlülüğüne bağlı seçme özgürlüğünü yansıtmaktadır, (birçok otorite yanında, bkz. Papamichalopoulos ve Diğerleri v Yunanistan (Madde 50), 31 Ekim 1995, para. 34 Seri A No 330-B). Bu yaklaşım, yasa dışı el konmuş malların konu olduğu davalarda bile tutarlı bir şekilde uygulanmaktadır. Uluslararası toplumun Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki konumuna bakış açısı, mülkiyete müdahale ile ilgili başvurular ayrı ayrı ele alınırken, AİHS’in farklı uygulanması gerektiği anlamına gelmemektedir, (bkz. Demopoulos-Türkiye Davası para. 114). Başvuruda bulunanlar bunun Davalının yasadışı bir durumdan yarar elde etmesine yol açacağını iddia etmişlerdir. AİHM, AİHS’in uluslararası hukukun diğer ilkeleriyle birlikte yorumlanmasını kabul etmektedir. Ancak AİHS çerçevesinde mülk, parasal olarak değer biçilebilen maddi bir maldır. Tazminat, Mahkeme’nin yerleşik içtihat hukukuna uygun olarak ödenirse, taraflar arasında bir dengesizlik oluşmaz.
Bireysel başvurular mülkiyet haklarına yapılan müdahalelerle ilgilidir. Taraf devletler arasında egemenlik haklarını korumak veya uluslararası hukuk ihlallerini tespit etmek için araç olarak kullanılamazlar.
AİHM, davalı devleti tüm davalarda hatta maddi bir olanaksızlığın olmadığı davalarda bile iade yapmaya mecbur etmesi durumunda, bunun olumsuz sonuçları olacağı kanısındadır.
Burada değinilen maddi olanaksızlık başvuruda bulunanların ve müdahil tarafın (G.K.R.Y) ileri sürdüğü, kalıcı zarar ziyan veya tahribata neden olan tüm yasal ve pratik engellerin ortadan kaldırılması koşuludur. AİHM, Davalı Devletin, başta üçüncü tarafların konumu olmak üzere, başka etkenleri de hesaba katmasının engellenmesi gerektiğini kabul etmez. Başvuranların AİHS kapsamında sahip oldukları haklarının ihlalinin düzeltilmesi amacıyla dahi olsa, bir devleti çok sayıda erkek, kadın ve çocuğu zorla yaşadıkları yerden çıkartıp başka bir yere yerleştirmeye kayıtsız şartsız bir şekilde mecbur etmek AİHM’in görevi dahilinde olamaz.
AİHM eski mağduriyetlere uygulanan telafilerin yeni orantısız haksızlıklar (disproportionate new wrongs) oluşturmadığından emin olunması gerektiğini belirtir. Bu nedenle, her davanın kendi temeli üzerinde değerlendirilmesinden yanadır, (Bkz. örneğin: Pincova ve Pinc v. Czech Republic, baş. no. 36548/97 p. 58, AİHM 2002-VIII).
AİHM’in içtihat hukukunda, taraf devletin söz konusu taşınmaz malı, şu anki kullanımını veya oradaki ikamet durumunu dikkate almadan hak iddiasında bulunanlara iade edeceği genel bir politika izlemesi tezini destekleyen bir hüküm yoktur.
Bu nedenle AİHM, mülkiyet haklarının ihlallerini telafi etmek için uygulanacak yöntemin seçimini, Kıbrıs’ın kuzeyinde mevcut olan durumda bile, yerel düzeyde uygulanabilirlik, öncelikler ve çıkar çatışmalarını en iyi şekilde değerlendirebilecek taraf olan, taraf devlete bırakması gerektiği görüşünü korur. Bu durumda, 67/2005 sayılı Yasa tahtındaki tazmin yetkisiyle ilgili olarak sorgulanan takdir hakkı konusunda herhangi bir sorun söz konusu değildir.
İade Konusundaki Eksiklik Giderildi:
Xenides-Arestis davasında iadenin sağlanması konusunda düzenlemenin eksikliği dile getirildiyse de bu arada mal iadesi gerçekleşmiş olduğundan, (bkz. Alexandrou - Türkiye, adil tazmin/dostane çözüm davası), AİHM, 67/2005 sayılı Yasa ile bu eksikliğin giderilmiş olduğu konusunda tatmin olur. Yeni Yasanın zararın giderilmesinde takdir yetkisi kullanılabileceğini öngörmüş olması bir sorun oluşturmaz.
TMK’ya Başvurmayanlar Siyasal Çözümü Beklemek Zorunda Kalacaklar:
Son olarak AİHM, bu hükmün, başvuruda bulunanları TMK’yı kullanmaya mecbur ettiği yönünde yorumlanmaması gerektiğine vurgu yapar. TMK’ya başvurmamayı tercih edip, siyasi bir çözüm olmasını bekleyebilirler.
Sözleşme Madde 8 (Mesken Haklarının İhlali İddiaları):
Davacı eski mal sahiplerinin mesken haklarına yapılmaya devam eden müdahaleye ilişkin iddiaları daTMK'ya başvurulmamış olma itibariyle iç hukuk yolları tüketilmediği için ele alınmaz.
Mülkiyet sahibi olmadığı için bayan Ariana Lordou Anastasiadou’nun davasının (bkz. başvuru no. 13751/02),TMK veya KKTC yargısı tarafından görüşülebileceğine AİHM ikna olmaz. Onun davasını görüşür ve özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkına herhangi bir müdahale olmadığı hükmünü verir. Hemen hemen tüm yaşamı boyunca söz konusu aile evinde yaşamaması ve mülkün tapusundaki muhtemel miras payı beklentisinin kurgusal ve varsayımsal olması, sonuç olarak başvuranın iddiasını hukuki dayanaktan yoksun bıraktığından başvuru reddedilir.
Diğer İddialar:
1 no'lu Protokolün 1’inci maddesi ve AİHS 8’inci maddesi çerçevesindeki saptamalar göz önünde bulundurulduğunda, AİHM davacılar tarafından yapılan diğer iddialara ilişkin incelenecek başka bir konu olmadığı kanaatine varır.
Demopoulos v/d – Türkiye Davasının Değerlendirilmesi:
TMK’nın erişilebilir, etkin, tarafsız, adil ve tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak tanınmasının yanında, mülkiyet hakkının zaman içinde tazminat hakkına dönüşülebileceğine ve iç hukuk yoluna başvurmayanların siyasi çözümü beklemek zorunda kalacaklarına ilişkin Demopoulos davasının sonuçlarının çok yönlü etkileri olacağı açıktır.
Demopoulos kararına kadar, AİHM’in verdiği tüm hükümler, salt kullanım kaybını içeriyor ve teorik olarak belli aralıklarla kullanım kaybından doğan zararın tazmin edilmesi olanağını yaratıyordu.
TMK’nın erişilebilir, etkin, tarafsız, adil ve tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olduğunun kabul edilmesiyle eski Rum taşınmazlarının mülkiyetinin takas ve adil tazminat yoluyla el değiştirebileceği uluslararası hukuk tarafından kabul edilmiş olmaktadır.
Hukukta yerleşik içtihatları yıkmak yerine yeni içtihatlar yaratmak sık rastlanan bir durum değildir. Adeta bir tabu konumuna gelen mülkiyet kavramının yeniden tanımının yapılması tek kelimeyle hukuk tarihinde eşine ender rastlanan bir olgudur.
Üstelik AİHM bununla da yetinmemiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerinin yeniden yorumunu yapmıştır. En önemli sonuç da yalnızca tapu sahibi olmakla, mülkiyet ve söz konusu malın kullanılması arasındaki bağın zaman içerisinde zayıflamış olmasının, AİHS’in 35 (1) maddesinin (ihlalin giderilmesi ile ilgilidir) tatmin edilmesi konusu üzerinde bazı etkileri olabileceği görüşünü benimsemiş olmasıdır.
Bu bakış açısına göre, mülkiyet ihlalinin giderilmesi için ille de iade gibi bir yöntemin uygulanması gerekmemektedir. Takas ve adil tazminat gibi yöntemler de Sözleşme’nin 35 (1) maddesi kapsamında ihlalin giderilmesi için yeterli bulunmaktadır.
1974’teki mal sahipleri ve mirasçıları ile tüzel kişiler Taşınmaz Mal Yasası’nda öngörülen telafi yöntemlerinden (iade, takas veya tazminat) istediklerini talep edebilirler; ancak telafi yöntemini seçme konusunda TMK’nın takdir hakkı olduğu AİHM tarafından kabul edilmektedir.
Bu saptamanın ışığında AİHM, Kıbrıs’taki mülkiyet sorununun, siyasal, tarihsel ve olgusal dinamiklerden soyutlanamayacağı, sorunun ancak tarafların karşılıklı iradesiyle çözümlenebileceği sonucuna ulaşmaktadır. Bu gerçeklik, aradan geçen zaman, süregelen anlaşmazlığın evrimi ve dinamizmi, AİHS’in AİHM tarafından yorumlanması ve uygulamasını doğal olarak etkilemekte ve son tahlilde; “Tarafların mülkiyet konusundaki iddiaları Kıbrıs adasındaki yoğun siyasal anlaşmazlığı yansıtmaktadır” görüşünü benimsemesine yol açmaktadır, (bkz. Demopoulos v/d – Türkiye davası para. 83).
Bu kararla AİHM, terkedilmiş taşınmaz mallar üzerindeki mülkiyet hakkının zaman içinde etkilenebileceğinin altını çizmektedir. Terkedilmiş malların otuz beş yıl kadar bir zamanda çeşitli nedenlerle el değiştirdiğinden bahsetmekte ve yerleşimdeki yeni yapılanma sonucunda oluşan sosyal dokunun, mülkiyetle ilgili davalar görüşülürken, dengeli bir şekilde korunması gerektiğini vurgulamaktadır.
Demopoulos Davasının Siyasal Çözüme Etkisi:
Demopoulos davası değerlendirildiği zaman, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Kıbrıs sorununun adeta odak noktası haline gelen mülkiyet sorununun çözümüne yardımcı olacak bazı ilkeleri benimsediği anlaşılmaktadır:
1) Kapsamlı bir çözüm, terkedilmiş tüm taşınmaz malların iadesi temeline dayandırılamaz.
2) Mülkiyet sorunu, Kıbrıs’ın siyasal durumu ve fiili bölünmüşlüğü dikkate alarak çözümlenmelidir.
3) Mülk iadesi, KKTC hukukuna uygun olarak mülkiyet ve kullanım hakkına sahip olanların insan haklarını ihlal etmemelidir.
4) Mülkiyet haklarının ihlallerini telafi etmek için uygulanacak yöntemin seçimi, yerel düzeyde uygulanabilirlik, öncelikler ve çıkar çatışmalarını en iyi şekilde değerlendirebilecek konumda olan tarafa bırakılmalıdır.
5) Mülkiyet sorununun çözümü ancak Kıbrıs sorununun bütünlüklü çözümü ve uzun süredir mülkiyet ve kullanım haklarını elinde bulunduranların haklarının da dengeli bir şekilde korunmasıyla mümkündür.
6) Tüm göstergeler, tarafların bu ilkelere bağlı olarak özgür iradeleriyle gerçekleştirecekleri, iki halkın ayrı ayrı referandumlarla onaylayacağı, mülkiyetin çözümünü de içeren bütünlüklü bir anlaşmaya AİHM’in, bir sınırlama getirmeyeceğine veya itiraz etmeyeceğine işaret etmektedir.
12 Eylül tarihli Kıbrıs Gazetesinde yayımlandı.