tr

Blog sahibi: yonetici

NAZIM ÇAVUŞOĞLU'NA YANIT.
UBP-DP Hükümetinin Tarım Bakanı Sayın Nazım Çavuşoğlu imzaladığı Geçiş süreci Protokolunu savunmaya çalışıyor.
Gelen eleştirilere cevap vermeye uğraşıyor.Bu doğal bir çaba.
Ancak, Sayın Çavuşoğlu, hala imzalanan protokolda ifade dilen 2.30 TL'lik su fiyatını oluşturan bileşenleri açıklamıyor.
Bunu açıklamaması bir yana, kendini klasik bir tavırla, CTP'yi suçlayarak bunun üzerinden ifade etmeye çalışıyor.
Üstelik bunu yaparkende artık usanç veren bir mantıkla bunu yapıyor.
Bakın, 2.30 TL lik su fiyatının bileşenlerini açıklamazken Sayın Çavuşoğlu şunu ifade ediyor.
" CTP, 2007 yılında suyun sürdürebilir bir yapıya ulaştırılması ve devletin kıt kaynaklarının heba edilmemesi için su tarifesini değiştiren bir tüzük hazırladı" diyor.
Evet, bunu hazırladığımız için değil, ama o Tüzüğü uygulamadığımız için bizi eleştiriyor. İşte fenama giden bu.
Cevap vermeden yazmam lazım.
Çünkü Hakkını yemek istemem; Sayın Erdoğan Şanlıdağ'ın çok önemli katkıları oldu o dönem, bu Tüzüğün hazırlanmasında.. Kendisi ÖRP milletvekili olarak Bakanda olmuştu.
İşte Sayın Çavuşoğlu o dönem çıkarttığımız su Tüzüğü ile ilgili şunu ifade ediyor.
"Bu tarifeye göre Belediyenin kendi ürettiği suyun 50 kuruş, belediyeye temin edilen suyun 1.10 TL olarak ortaya konduğunu" ifade ediyor.
Bakın, birinci kendini ele verdiği nokta burası.
Şu anda kendisinin imzaladığı ve 2.30 TL olarak ilan edilen ve halen bileşenlerini açıklamadığı su fiyatına dönük olarak, CTP Genel Başkanı Sayın Talat, KTMMOB uzmanları ile yapılan çalışma neticesinde Türkiye'den gelen suyun olması gereken fiyatının 1.2 TL olduğunu duyurdu.
Yani, o zaman 1.10 TL olarak saptadığımız fiyat, bugün Türkiye'den gelen suyun gerçek fiyatına çok yakın.
E,şimdi Sayın Nazım Çavuşoğlu, 2.30TL olarak ilan edilen Türkiye'den gelen suyun fiyatının bileşenlerinin ne olduğunu daha fazla olarak açıklamak zorunda değil mi?
Yani bizi suçlayacak diye esasa dönük olarak toplum önünde kendinin ağır sorumluluğunu kendi dili ve eli ile ilan ediyor.

SEN NEREDE İDİN?
Üstelik Sayın Çavuşoğlu bizi suçlayarak şunu da ifade ediyor.
"2007'den itibaren bu fiyat uygulansaydı, şu anda ülke bu durumda olmayacaktı" diyor.
Yani, yapılan iş güzel, ama uygulamadılar, üç kez ertelediler, bu yüzden memleket bu hale geldi diyor.
Bunu da şu şekilde söylüyor.
"CTP Tüzüğü çıkarttı, ancak belediyelerin tepkisi üzerine tüzüğü uygulamaya koymadı. Dört kez erteleyip 2009 seçilmelerinde ise ortadan kaldırdı" diyor.
Sanırsınız ki bunu ifade ederken son derece ciddi ve bunun uygulanmasını yürekten istiyordu.
Bakın, 2009 seçimlerinde ise bunu ortadan kaldırdı diyor. İşte yanlışın biri de bu.
Halbuki 2009 seçimlerinde CTP oy kaybetti ve UBP tek başına iktidar oldu.
Sayın Nazım Çavuşoğlu'da 2009'dan 2013 Erken Seçimlerine kadar tek başına UBP iktidarında Tarım ve İçişleri Bakanı oldu.
Şimdi, 2016'da çıkıp, eğer bu tüzük uygulansaydı, ülke çok iyi olurdu diyor.
Madem bunu 2016'da ifade diyorsun, sen neden, üstelikte konu ile ilgili sorumlu Bakanlıkları da yürütürken, o beğendiğini söylediğin bu tüzüğü, "bakın siz hazırladınız ama uygulamadınız, ama ben, memeleketi düze çıkartmak için uygulamaya sokuyorum"demedi.
Kendinin tüm sorumluluklarını başkasının sırtına yıkarak, kendini düze çıkartma açıkgözlüğüne soyunanlar işte böyle yakalanır.
Çünkü bunlar toplumdaki hafıza kaybı yanısıra, siyasi olguları bütünden koparıp, "benden öncesi yok, benden sonrası ise tufan" diyen anlayışın egemen olduğu siyasi kültürden yararlanıp, kendini kurtarma peşinde koşan, güncel siyasi anlayışın avantajına yatmak istiyor.

DÜN OLANLARI BİR HATIRLAYALIM...
Evet, son SU tartışmalarında çok ifade ettim.
Bugün içinden bulunduğumuz felaketin, dün su konusunda takip edilen vurdumduymaz halden kaynaklandığını çok ifade ettim.
Bu konu da budur.
Doğrudur, ülkemiz için en önemli sıkıntılardan biri de yer altı su kaynaklarımızın sıkıntıya girmesi idi. Ama bu gerçeğe karşın, sanki böyle bir şey yokmuş gibi pervasızca davranıldı...
Bu yüzden daha 1994'te su kaynaklarının tasarruflu kullanılması için kampanyalar başlatmıştık. DP - CTP koalisyonunda.
O günlerde UBP ve bazı sol kesimlerce alay dahi edildik. Örneğin evlerdeki sifonlara bir literelik boş pet şişesinin su doldurularak konması ve bunun gibi, su tasarrufuna dönük çok çeşitli kampanyalar başlatmıştık.
Ayrıca Sulama Birliklerinin denetimi ve kontrollü su kullanımı ile ilgili çalışmalar da yapmıştık.
Yeşilırmak su göleti yapımını ele alırken, buna alternatif diye ortaya atılan, Türkiye'den Balonla su getirilmesi projesine de karşı çıkmıştık. Çare değil demiştik.
O günlerde yerel su kaynaklarını geliştirmek ve tasarruflu kullanımı için yaptığımız çalışmalara karşı çıkan bu anlayış sahipleri, Türkiye'den Balonla su getirilmesi projesine dönük fizibıl ve çözüm getirmeyeceği için karşı çıkışımızı da "hainlik ve Türkiye düşmanlığı" olarak takdim etmişlerdi.
Hatta, Türkiye'den Balonla su getirilmesi çalışmalarını bizden sonra yapan. Bunun da açılışını törenlerle de yaşama geçiren UBP Hükümeti ve başı Sayın Eroğlu, bugün Sayın Çavuşoğlu'nun yaptığı gibi basın toplantıları yapmış ve CTP'yi böyle güzel bir işe karşı çıkan parti diye suçlamıştı.
Ama ne olmuştu? Bu iş yürümemiş, balon da Deniz'in içinde bir "leş" gibi yatır olmuştu. Güzelyurt'ta yapılan tesisler çürüdü... Yani Türkiye'nin çok büyük bir kaynağı boş yere heba edilmiş oldu.
Aradan yıllar geçtikten sonra ise Sayın Eroğlu, son Cumhurbaşkanlığı seçiminde "Türkiye'den Balonla su getirmeye çalıştık,ama buda balon çıktı "demişti. Kimsede dünü hatırlamamış ve sormamıştı. Ne kaynak israfı, ne de o söylenen boş ve anlamsız suçlamalar hakkında da tek kelam edilmedi.

NE OLDU, NEDEN UYGULANMADI?
Evet 2007 itibarı ile Sayın Çavuşoğlu'nun dediği gibi güzel bir Su Tüzüğü hazırlandı ve ele alındı.
Ancak bunu 2008 içinde uygulamaya sokamadık. Neden? Çünkü denen de doğrudur. Belediyeler tepki gösterdi.
Onlarla konuştuk. Tepkilerinin doğru kaynakları vardı... Mali açıdan sıkıntı içinde olacaklardı. Üstelik bir başka hedefimiz da vardı. Tüm köyleri Belediyelere bağlamak.
Bunun da getireceği yeni mali yükler vardı. Bunun için Belediyelerin sıkıntılarını öncelikle aşarak, bunu yaşama geçirme zeminini güçlendirmeye karar verdik. Dayatma yapmaya girmedik.
Bu bakımdan öncelikle Belediyelere mali katkıyı artmayı önceliğimize aldık. Emlak vergilerini yeniden düzenleyerek, tüm kaynağın Belediyelere kalmasını sağladık. Bunun yanısıra Belediyeden emekli olan çalışanların, yani, tüm Belediye emeklilerinin Belediye Bütçesinden ödenmeyip, devlet tarafından ödenmesi kararına ulaştık. Zaten tartışmalarla çıkan yeni Sosyal Güvenlik Yasası ile de tüm çalışanlar 1 Ocak 2008'den sonra ister kamuda, isterse Belediyelerde, isterse de özel sektörde olsun bu "tek" Sosyal Güvenlik Kapsamında olacağı için, Belediye Bütçelerini emekli maaşı ödemekten kurtarıp,onlara çok büyük bir kaynak sağladık..
Bakın açık yazıyorum. Eğer bu tedbiri almamış olsaydık, bugün ayakta kalabilen tek bir Belediye olmazdı.
İşte bu öncelikler, Su Tüzüğünün uygulanmasını geciktirdi. Kuşkusuz bir başka gelişme daha yaşandı.
Belediyelere dönük olarak aldığımız bir diğer tedbirde, Belediyelerin 1976'dan itibaren ödemedikleri Elektirik ve devlete ödemedikleri vergi ve Su paraları sorununa dairdi.
Bunu da uzun ve çetin görüşmelerden sonra birlikte karara bağladık. Belediyeler Elektiriğe ve devlete dönük yükümlülüklerini ödeyeceklerdi.
Bunu da Maliye Bakanlığı, Beldiyeler Birliği ve İçişleri Bakanlığı çalışması ile sonuçlandırıp, Bakanlar Kurulu Kararı ile bağladık.
Ama bugün açıklama yapan Sayın Çavuşoğlu'nun Bakan olarak görev yaptığı 2009 sonrasının Eroğlu Hükümeti, ilk iş olarak bunu iptal etti.
Sonra eskiye dönüldü. Yeniden "ya beleş" işi başladı.
20013'den sonra kurulan CTP'li Hükümetlere ise yeniden bunun ağırlaşan sorunlarını çözme yükü düştü.
Üstelik bu tedbirleri alırken başlattığımız bir uygulama daha vardı.
Belediyelerinin çalışanlarına ödemediği Sosyal Sigorta ve İhtiyat Sandığı primlerini, devletin belediyelere verdiği katkıdan düzenli kesip, bu yükün ve ayıpın ortadan kaldırılmasını sağlanacaktı..Bunu da yaşama geçirdik.
Su konusunda da beleşciliğe alışıldığı için, devletten alınan suyun parasının ödenmemesi halinde de bu yolla bunun tahsili de gündemde idi. Böylece ciddiyetin yerleşmesi amaçlanmıştı.
Ama 2008 içinde malesef Mahkeme, bence yanlış bir kararla, bu uygulamanın sonlanmasına dönük karar verdi.
Bu karardan sonra, özellikle 2009 sonrası Belediyelere dönük aldığımız Bakanlar Kurulu Kararının da Sayın Çavuşoğlu'nun Bakan olarak görev yaptığı Eroğlu Hükümetince de iptali ile bütünleşince, bu öyle bir hale dönüştü ki LTB ve diğer Belediyelerin kısa süre içinde iflasını getiren süreç gelişti....
Sonuçta Erken seçimler gündeme geldi ve bu Tüzük uygulanamadı.

Araba Kırıldıktan Sonra .......
Şimdi bunlar mazaret, uygulayaydınız diye bir görüş ifade edilebilinir. Buna saygı duyarım. Zaten araba kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur.
Ama hiç kabullenmeyeceğim bir şey var.
Buda Sayın Çavuşoğlu'nun yaptığı açıklamadır. Madem çok güzel bir tüzük olduğunu ifade ediyorsun, yukarıda yazdığım durumlar nedeni ile bunu biz uygulayamadık.
E, sen, 2009-20013 arasında Tarım ve İçişleri Bakanı olarak, bugün çok doğru ve yerinde idi dediğin bu tüzüğü niye uygulamadın? Uygulasaydın destek olurduk. Üstelik o dönem sana çağrı da yaptım.
2016'da şimdi antlaşmada yer alan 2.30 TL'lik suyun fiyatının bileşenlerini açıkla diyen CTP'nin bu çağrısını, yerine getirmeyiz bunu değersizleştirmek için, CTP'yi suçlayacak diye bu açıklamayı yapmak, bizzat seni ele verdi..
Hade suçladın bizi, peki 2009-20013 arası sorumlu bakan olarak neden bunu uygulamadın? Hade bunu da söyle.
Artık bu mantığın körelttiği anlayışlardan uzaklaşmak lazımdır. Dün o şöyle idi, yok böyle idi gibi laf sokuşturmaları, hele de dünün gerçeklerini çarpıtarak, bugün kendini savunmaya çalışmakla, ne bir sorun aşılır, ne de yeni bir şey yapılabilir.
Bunun için dünün tecrübelerinden yeni işler yapmak lazımdır.
Üstelikte, nereden ve neden bozulmuşsa işler, öncelikle oradan düzeltmeye başlamakla sonuç alınabilinir.
İşte bu doğru ile, Sayın ÇAVUŞOĞLU'NA şunu ifade edeyim.
Bu ülkede Bozulma, cevizinin çuvalından oynamakla başladı.
Bunun için ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlilikten uzak işler yapıldı. Bunun için başkası suçlanarak, gerçekler örtüldü.
Gel bunu yıkalım. Sen önce 2.30 TL 'lik su fiyatının bileşenlerini açıkla. Üstelik, neden 2009-20013 arası o kutsadığın tüzüğü yaşama geçiremediğini anlat. Ben yazdım. Sende izah et.
Hade biz niyet ettik ve Belediyelerle kavga ettik. Bu yüzden parti olarak ve bende bireysel olarak bundan siyasi zarar gördüm. Peki sen ne yaptın? Popülizmin rüzgarında mı kaldın, yoksa kalanlar elini kolunu mu bağladı? Hade bunun da bir izahını yap.

SUYU TARTIŞMAK, VAR OLMANIN İŞARETİ....
Su konusu yine tartışmanın odağında. Böylesi önemli ve ciddi bir kaynağın tartışma konusu olması yadırganabilir.
Ancak görüldüğü kadarı ile tartışmaların özü ve içeriği olayın kendisine dönük değildir.
Bunun kıymetini ve değerini bilmeyeni, ifade etmeyeni daha görmedim.
Bu nedenle bu tartışmaları ve arayışları yadırgamayı da doğrusu anlamadım.
Yani, bu topraklarda yaşayan insanlar, düşünmemeli ve kendilerine söylenen her şeye ve söze; tavırsız, kayıtsız, koşulsuz uymaları mı gerekir?
O zaman nasıl halk, devlet veya toplum olunur? Eğer siz kendi düşünce dünyanızı ve toplumsal dinamiklerinizi canlı tutmaz ve devinim içine koymazsanız, nasıl iddia sahibi olursunuz?
Bu nedenle, gerek Türkiye'de, gerekse de Kıbrıs'ta SU konusunda yapılan tartışmaları yadırgayan ve bu tartışmaları boğmaya çalışanları hiç anlayamıyorum. Bunu yapan gerçekte, bu topraklarda yaşayan insanların dinamizmine ve halk olma devinimine kurşun sıkar.
Kimine göre yanlış olan görüşler de bu tartışma sürecinde ifade edilebilir. Buna dönük tavır ise hakaret veya sindirme tavrı olamaz.
Eğer demokratınız, en aykırı görüşlere hakaret veya sindirme ile yanıt veremezsiniz.
Hele yanıtınız devlet gücü ile sindirmek veya Türkiye'ye dönük sevgiyi istismar etmekse, bu tartışmalarda demek ki siz güçsüzsünüz. İnandırıcı da olamazsınız. Aksine korktuğunuz başınıza gelir, en önem verdiğiniz değerler, insanlar içinde içselleşmez.
Bu topraklarda insanları kendine göre yeterince Türk ve Müslüman yapmak hedefi ile hareket edenler bu tavırlarla bir yere varamadı. Aksi etkilere yol döşediler.
Ama hala bütün bu yaşanmışlıklardan ders çıkartılmadığı görülmektedir.
Bu metotlarla hem devleti, hemde Türkiye'yi kendi ellleri ile yıprattılar..
Bu yüzden beğenmediğiniz veya katılmadığınız görüşlere dönük, görüşle cevap vermelisiniz..
Böylece bu tartışmaları duyan, okuyan sizin gibi aklı ve izanı olan her insanımızda kendi görüşünü şekillendirir.
Bu halka güven duymanın temelidir. Kimse korkmasın, bu halk," ne davulcuya gider, ne zurnacıya". Bu toprakların insanı," iğne deliğinden dünyayı seyretme ve değerlendirme" kabiliyetindedir.
Siz kendinizi halk adına, her şeyi bilen yerine koyamazsınız.
Halk eğriyi, doğruyu değerlendirebilecek kapasitedir. Bu yüzden bu tartışmalardan ürkmek değil, aksine sevinmek gerekir.

HÜKÜMET ETME SORUMLULUĞU
Ancak Hükümet edenin bu süreçte ciddi bir sorumluluğu vardır.
Bakın, Hükümet, SU konusunda Türkiye ile görüşüp geçici dönem ile ilgili Protokol imzaladı.
Bu Protokol sorgulanmamalı mı?
Herşeyden evvel halk adına bu imzayı atan, açıklıkla tüm sorulara cevap vermelidir.
Çünkü bu işte izahı yapılması gerekenler var.
İmzadan sonra ilgili Bakan açıkladı.
"Türkiye suyun fiyatını 6.30 TL olarak istedi, biz tartışarak bunu 2.30 TL'ye düşürdük"dedi.
Şimdi bu açıklama ile ne ifade edilmek istendi? Çünkü 2 TL ile 6 TL arasında büyük fark var..
Bu açıklamayı yapan Hükümet eğer susarsa; "kesin sesinizi ve oturun oturduğunuz yerde, 2.30 TL'yi tartışmasız kabul edin, bakın Türkiye ne istedi", demek mi istiyor?bu suskunluğun hedefi bu mu? Yani insanlara ölümü gösterip, onları sıtmaya razı etmek mi istemektesiniz?
Niyet bu olabilir....
Ama ilgili Bakanın bu açıklaması ile çıkan bir başka sonuçta, demek ki Türkiye çok insafsız ve gaddar değerlendirmesi olmaz mı?
Bu mesaj bu şekilde içeriksiz verilirse, bundan çıkan anlam da bu olur.
Peki, o zaman başka sorular da ortaya çıkar?
Türkiye, suyun fiyatını 6.30 TL olarak ifade ederken hangi hesaplamayı yaptı?
Siz, 2.30 TL'ye bunu bağlarken hangi hesaplamayı yaptınız?
Çünkü, 2 TL ile 6 TL arasında büyük fark var. Bunun açıklığa kavuşturulması gerekir.
Bakın, suyun 2.30 TL olarak bağlanması ile ilgili olarak sorulan sorulara ilgili Bakan "Suyun fiyatını bilinen hesaplama ile yaptık" diye yanıt veriyor.
Madem öyle ve bilinen hesaplama yolu ile yaptınız, o zaman bunun bileşenlerini neden tek tek fiyat bazlı hala açıklamıyorsunuz?
Açıkla da bilinsin. Madem bilinen yolla bu yapıldı.
Yani, suyun bu fiyattan verilmesini sağlayan elektrik maliyeti şu, bakım-onarım, işletme gideri, kar şu kadar ve diğer faktörler de bunlar, yani maliyeti oluşturan tüm faktörlerin fiyatını tek tek neden açıklamıyorsunuz?

AMA.....
Ama iş elektiriğe geldimi farklı. Tümü bülbül kesiliyor.
Yakıt gideri şu kadar, personel gideri bu kadar, kayıp kaçak bu kadar, yatırım, bakım onarım şu kadar diye ayrıntılı maliyet hesapları havada uçuyor.
Bence doğru bir tavırla KIB- TEK'in ve EL -SEN'in yönetimi de bunları sürekli açıklıyor.
Bu açıklamalar üzerine başka insanlarda kendilerine göre değerlendirmeler yapıp bunları tartışıyor.
Elektirikte özelleştirmeye adımı atmak için bunu savunanlarda, bu verileri tartışmaya taşıyor.
Ayni şekilde verili durum bazında da özelleştirmeye karşı olanlarda görüş beyan ediyor, böylece elektriğin maliyetini ve fiyatını en ince ayrıntısında tartışır oluyoruz.
Ancak iş, su konusuna geldimi, maliyet üzerinden özelleştirmeyi savunanlar, SU konusundaki maliyet tartışmasında, dut yemiş bülbüle dönüyorlar..
Neden?
Bu soruya yanıt nedir? Su insanın en hayati ihtiyaçlarındandır. Acı dahi olsa, herşeyin açıklıkla bu konuda ortaya konması gerekmez mi?

GEÇİŞ DÖNEMİ PROTOKOLU
Peki imzalanan geçiş dönemi protokolu tartışılmamalı mı?
Bakın, bu Geçiş Döneminin ne kadar süre ile olacağına dair bu Prtokuolda bir ifade açıklıkla belirtilmiyor.
Bu arada bu Geçiş dönemi Protokolunda, Meclis'te onaylanan esas Protokolla ters hükümler de var.
Esas Protokolda ihaleyi KKTC devletinin açacağı hükmü var.
Şimdi geçiş döneminde ihaleyi DSİ'nin açacağı hükmü var. Neden?
Bu süre bir yıllık mı olacak? Yoksa daha uzun mu. Bu geçiş döneminin nasıl sonlanacağına dair bir hüküm de ayrıca yok? Buna kim, nasıl, hangi tesbitlerle karar verecek? Bu yok.
Buda yarının kavgasının temeli olacak. Bittiydi, bitmediydi. Şimdiden al başına derdi.
Bunu sorgulamak suç mu? Bu konuda hükümetin açıklama yapması gerekmiyor mu?
Peki, bu Geçiş dönemi için 2.30 TL olarak ifade edilen su fiyatı, geçiş döneminin sonunda ne olacak?
İlgili Bakanın açıkladığı Türkiye'nin talep ettiği 6.30 TL yeniden gündeme gelecek mi?
Bu konuda bir açıklama borcu yok mu, yönetenlerin?
Ayrıca, Meclis'ten onaylanan esas SU Protokolunda ihaleye KKTC tarafından çıkılacağı hükmü var. Ancak geçiş döneminde bu İhalenin DSİ tarafından yapılacağı yazılıyor.
Ayrıca Meclis'ten onaylanan esas Su Protokoluna aykırı bir şekilde, bu geçiş döneminde suyun yönetim, denetim ve gözetiminin DSİ tarafından yapılacağı imzalandı. Meclisten geçen esas Protokolda bunun devlet tarafından yapılacağı hükmü var.
Esasa aykırı olan bu durum nedir? Bu sorgulanmamalı mı? Meclis'te onaylanan iki devlet arasında imzalanan esas Protokola aykırı bu durum ne, diye sormak suç mu?
Çünkü Geçiş sürecinin ne kadar olacağı da açık değil?
Peki, DSİ bu geçiş döneminde bu iş için, KTMMOB bünyesinde yine bu devletin kararı ile kurulan ve elemanlarının DSİ tarafından eğitildiği birimden neden hizmet alımı yapmıyor diye sormak, ayıp mı?
Hem süre belli değil, hem fiyatin bileşenleri halka açıklanmıyor.
Peki, bu belli olmayan sürenin sonunda bu ihaleyi alacak olanın, yarın esas ihale çıktıktan sonra rakibi kim olabilir ki? Yani geçiş döneminin içinde bunu alan, kalıcı olacak diye düşünmek suç mu? Bu doğru mu?
Bütün bu ve benzeri konuları tartışmak, kanıma göre demokrasinin, açıklığın ve halka karşı sorumluluğun bizzat kendisidir.
Eğer siz bunları düşünenlere dönük sağlıklı açıklamalar yapmaz ve halkı veriler üzerinden aydınlatmazsanız, bu halka dönük görev yapmamış olursunuz.
Çünkü bunu yapmayarak, tartışmayan, düşünmeyen, dinamizimden yoksun bir toplum oluşturursunuz.
Böyle bir toplumda ne halk olabilir, ne de onun devleti, devlet olabilir.
Dünyadan kabul görmeyi, toplumsal var oluş için hedefleyen bir halk, bunları ele almazsa, dünyada değer verilen bir halk ve devlet olamaz.
Yani SUYU her açıdan tartışmak, bu topraklarda bir halk ve onun demokratik dinamiği olduğunun bir işaretidir.
Bu tartışmayı Belediyeleri para ile baskılayarak boğmak veya susuzluğun yakıcı acısı içinde, herşeyde razı bir hale insanları dönüştürmekle bir yere varılamaz.
Bunu hedefleyen varsa, bilsin ki bindiği dalı keser. Halkı halk olmaktan, devletin kurumsallaşmasını da öldürmekten başka bir şeye de hizmet etmez.
Bunu yapan Su gibi çok aziz bir olayı bu ülkeye ve insanına kazandıran Türkiye'ye karşı da görevini yapmaz.
Çünkü esas olan bu topraklarda canlı, dinamik bir toplumun olmasıdır. Yoksa su olduğu için yazayım. Balık gibi, içinde yaşadığı deryanın esaslarını düşünmeyen bir insanlar güruhundan başka bir şey olmayız. Bunun da kimseye faydası olmaz.
UBP- DP HÜKÜMETİNİ DEĞERLENDİRMEK...

İş başında bulunan Meclis'te kıl üstünde çoğunluğa sahip, "yamalı bohça" UBP-DP hükümeti, göreve gelir gelmez, boyutunun ötesinde işler yapmaya soyundu.
Örneğin yayınladığı genelge ile gösteri ve yürüyüş hakkını Anayasa'ya rağmen izne tabi tutma eğilimini ifade etti.
Darbeci ve dayatmacı bir anlayışla DAÜ Yasasını Özel Komiteden geri çekti ve İdari Sosyal İşler Komitesine havale edeceğini açıkladı.
İki toplum arasında meydana gelen olumlu gelişmeleri ilerletmek için başlatılan Dinler Arası diyaloğu dinamitlercesine, Ayin yasağı getirdi.
Bu arada bu hükümetin bakanları son derece popülist davranışlar eşliğinde buyurgan davranışlar sergilemeye başladılar.
Üst kademe yöneticileri atamalarında müşavir yaratma pervasızlığını da açıkça savunarak atama yapmaya hızla devam ediyorlar.
Siyasi alanda, iki sağ partinin hükümet olduktan sonra, dün ifade ettikleri hoşgörü ve ortak payda yakalama söylemleri yerine, kendi dar anlayışlarına yol açma amacında oldukları bu yapılanlardan bellidir.
UBP-DP Hükümet ortaklığı bakın göreceksiniz, 2003'ten sonra meydana gelen ve CTP'nin gerek 2004-2009, gerekse 2013-2016 arasında gelişmesine, halkımızın desteği ile katkı sağladığı pek çok demokratik değerin geri alınması için elinden geleni ardına koymayacaktır...

DÜN YAPAMADIKLARINI....
Kısacası bunlar, 1993'ten sonra kırılan, ancak, 1998-2003 arasında yine geliştirdikleri karanlık dönemin özlemi ile yanmaktadırlar.
Bu adımları atmaya 2009 seçimleri sonrası da niyetli idiler. Ancak 2009 sonrası iki neden bunu olanaklı kılmadı.
Biri, 2009 seçim sonucu ne isterse olsun, o dönemde toplumsal muhalefetin güçlü ve etkili olması idi.
CTP, o dönemde seçim başarısızlığına karşın güçlü ve etkili idi.
Toplumsal muhalefetin CTP karşıtlığı ile malül çevreleri dahi, CTP'nin etkili diyalog ve toplumsal olaylara dönük kararlı tavrı nedeni ile ortak davranışı ret edecek durumda değildi..
Nitekim, 2010 da gerçekleşen iki büyük halk hareketinden önce hatırlardadır; CTP, hemde tek başına.
Cumhurbaşkanlığı seçim başarısızlığından sonra UBP Hükümetinin anti-demokratik niyetlerine, emekçileri ve en geniş halk kitlelerini ezme adımlarına karşı büyük kitlesel bir eylem yapmıştı.
O güne kadar cılız bir şekilde süren eylemlere karşın, "Artık Yeter" belgisi ile yapılan bu eylem, son derece etkili olmuştu.
Bu adım, en geniş kitleler üzerine örtülmeye çalışılan "miskinlik " örtüsünün yırtılıp atılmasını sağlamıştı.
Bu hareket, o dönem itibarı ile tüm toplumsal muhalefeti tetikledi.
Arkasından dev gibi kitle hareketleri oldu. Ama daha sonra bunlar yönetilmedi. Düşünün ilk büyük mitingden sonra dönemin UBP Hükümeti, Başbakanı İrsen Küçük başkanlığında toplandı.
Bu toplantıdan sonra, Bakanlar Kurulu; "Hükümetlerinin paketle ilgili olarak halkımızı üzecek olumsuz işler yapmayacağı "açıklamasını yapmak zorunda kalmıştı.
Ama daha sonra bu gelişme, muhalefet tarafından değerlendirilemedi ve doğru okunmadı, bu yüzden süreç yönetilemedi....
Muhalefet güçleri arasında, " Yürüyüp miting yapıp da ne yapacağız" anlayışı ile küçük burjuva hemen sonuç almayı bekleyen anlayışlar dürtüldü.
Demokratik, yaygın tüm adayı ve halkı bünyesine alacak eylemler zinciri yerine, "Meclis işgali" gibi absürt davranışlar öne alındı.
Bunlar bu yaklaşım ile CTP'yi güya kitlelerden koparacaklar ve onu korkak ve rejimle işbirliği içinde göstereceklerdi.
CTP bu anlayışı eleştirdi.
Bunun kitleleri devlet güçleri ile gereksiz çatışmaya sürükleyeceği ve kitleselleşmeyi daraltacağı. Böylece egemen güçlere sıkıştıkları noktadan çıkış alanları açan ortamlara yol açacağı uyarısında bulunuyordu....
Ancak bunlar, CTP'ye de eylem alanlarında saldırarak bu yolu gündemde tuttular. Sonuç kitle eylemlerinin umutsuzca daralmasını getirdi.
Bu tavırlar, kitleselleşen toplumsal muhalefetin hem kısır bölünmeler içine girmesine, hemde en geniş halk kesimlerinin kendini mücadele alanından geri çekmesini getirdi
Bütün bunlara karşın bu hareketler 2009 sonrası UBP'yi niyetinden caydırırken, ayni zamanda bu hareketler, UBP tabanında da 2002-2004 benzeri ayrışmaya getirmişti. UBP tek başına hükümeti döneminde bu toplumsal yaygın demokratik mücadele nedeni ile arzu etmesine rağmen 2004 öncesine dönemedi.
Gösteri ve Yürüyüş Hakkını kısma, sendikal hak ve özgürlükleri daraltma, toplu sözleşme ve grev hakkını kısıtlamaya dönük yasa çalışmaları yapmayı başlatacakları açıklamalarına rağmen.
Ayrıca Tek Başına UBP Hükümeti ve Cumhurbaşkanı görevi alan Dr Derviş Eroğlu, iki toplum arasında gelişen yumuşak ilişkileri yeniden kısıtlama ve Talat- Hristofyas arasında sağlanan yakınlaşmaları ret edecekleri açıklamalarına ve bugün yaptıkları gibi Ayin yasakları ile işi bozmak niyetlerine rağmen, bu canlı toplumsal muhalefet ortamı, onlara, bu adımları atma imkanı vermedi.
Bunun yanısıra bu etkilerle birlikte bir başka olgu daha gelişti.
Bu gelişme de onları bu adımları atma noktasından caydırdı.
Bu yeni gelişmede, o dönemde sağ blokun içinde oluşan çatlama idi.
UBP tek başına Hükümette idi, ama diğer sağ parti DP muhalefette idi.
DP, özellikle CTP'nin izlediği açılım politikalarının da etkisi ile 2010'daki o büyük halk eylemlerinin içinde, sivil toplum örgütleri, sendikalar ve sol partilerle birlikte yer almıştı.
İsmi, Bayrağı ve varlığı ile.
Dolayısı ile sağ bir blok halinde demokratik açılımların üzerine yürüyemiyordu.
Bundan ayrı olarak bu alanda meydana gelen bir başka gelişme de bu bloku negatif etkilemişti.
Bu gelişmede dönemin Cumhurbaşkanı Dr Eroğlu ile UBP Parti liderliğinin çatışması ve yaşadıkları iç kaostu.
Bütün bu gelişmeler ve en geniş halk kitlelerinde oluşan demokratik tepki üzerine bu gerici düzenlemeleri elleyemediler.

AMA BUGÜN...
Şimdi ise durum farklıdır.
Özellikle Türkiye'de terörün yol açtığı çok milliyetçi bir atmosfer var....
Ayrıca ne isterse olsun, çeşitli nedenlerle solda ve özellikle CTP'de oluşan bir dağınıklık var
Bu alanda ister CTP içinde oluşan dağınıklık, isterse bundan yararlanıp, en genelde siyaset dünyamıza ve özel olarakta solun düşün dünyasına taşınan bir belirsizlik hali var.
Fırsatcı bir anlayışla, güya CTP' nin yerini alacak, ya da onu zayıflatıp, kendine dönük alan açacak hayali peşinde solda veya merkez siyasi harekette başlatılan sözde yeni siyasi gelişmeler var.
Bunlar, CTP'nin Hükümet döneminde, sağ hareketlerle birlikte; önüne ardına bakmadan bu niyetlerine yol açmak için yaptıkları öngörüsüz muhalefetle, en geniş kitlelerde egemenlerin, siyasi ve demokratik mücadeleye dönük yaratmak istediği demoralizasyonun değirmenine su taşıdılar.
Bunların CTP'yi sözde yaralayacaklar diye yaptıkları, "hepsi aynıdır" propagandası, kendilerinin de içinde olduğu tüm demokratik hareketlerin altını oydu.
Hırsın ve siyasi kinin gözlerini bağladığı bu kesimlerin yaptıkları da, bugün oluşan bu durgunluğa katkı sağladı.
Bunların toplamının mücadele ile değişme dönük geçici bir inanç erozyonuna yol açtığı bir gerçektir.
Ayrıca solda ve ayni zamanda CTP'de oluşan, ekonomik yapısal sorunları hangi yolla aşacağız bakışında oluşan boşlukta buna katkı sağladı.
Dolayısı ile söylemde ve ifadelerde, özü farklı olsa bile, CTP'nin de diğer sağ kesimlerle ayni şeyi savunduğu algısı gelişti.
Bütün bunlar, 1999 sonrasından farklı bir ortamın oluşmasına yol açtı.
Şimdi, bu gelişmeler nedeni ile UBP- DP hükümeti; "sokaklarında taşların bağlandığı" bir ortamın geliştiği anlayışı ile pervasızca davranmaya başladı.
Ayrıca, varlıklarının devamının ise tartışmasız bir şekilde Türkiye'den aktarılan kaynaklarla olabileceği bilinci içinde, her şeye "evet" diyen bir yaklaşım içine girdiler.
Kuşkusuz bunda ekonomik krizin yıkıcı etkisi altında bunalan, en geniş kitlelerin de can havli ile gelişen beklentisi de yardımcı olmaktadır.
Bu ise, bir an evvel Türkiye'den kaynak gelsin ve derdimize katkı sağlansın anlayışıdır.
Bu anlayışa karşı olan alternatif yaklaşım ise özellikle solda ve CTP'de oluşan düşünsel boşluk nedeni ile gerçekçi ve akıl dolu bir içerikle kitlelere anlatılamıyor.
Bu boşluk ise "hepsi aynidir" algısını besliyor.
Bu ortam da günümüz koşullarında UBP- DP Hükümetine ve bunun oluşumuna sağlayan egemen güçlere, uygun koşullar sağlıyor.
Dolayısı ile özellikle SU konusunda yaşadığımız ve toplumun belli bir kesiminde yer eden, "gelsinde, içeriği ve fiyatı ne isterse olsun" yaklaşımı, hayatın her alanını etkileyecek olan ekonomik protokol olgusunda da gelişti.
" İmzalansın, para gelsinde ne isterse olsun" yaklaşımı da his edilen değil, inkar edilmez bir unsur oldu.
İşte bu ortam, UBP- DP azınlık hükümetini pervasızlaştırdı...

KIBRIS SORUNU
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın UBP- DP Hükümeti, özünde varolan Federal Çözüm karşıtlığına karşın, Kıbrıs sorunu çözüm süreci konusunda sessiz durmaktadır.
Bunda esas olan ise Türkiye'nin halen süreçle ilgili tavrının olumlu olmasıdır.
Çünkü UBP ve DP; 2002- 2004 sürecinde, askerden aldıkları destekle, AK Partinin Kıbrıs çözüm süreci konusunda takip ettiği siyasete dönük sert bir şekilde karşıt olmuşlardı.
Ancak yaşanan tüm süreçlerden sonra, özellikle Sayın Erdoğan'ın güçlü konumu nedeni ile bu artık sürdüremezdir.....
Sürdürmeyi bir yere bırakın, şimdi bunlar, AK Parti ve Sayın Eroğan'la erklerini korumak için inançlarına ters, samimi olmayan bir bağlılık içine girdiler.
Ama bu sesizlik yanıltıcıdır.
İlk fırsatta bundan çark edecekleri hatta Federal Çözüm sürecini zorlamak içinde, iki toplum arasında çatışmaya dönük fırsatlar yaratmaya da çalışmaktadırlar.
Bunun işareti, Ayin Yasakları kararında vardır.
Sendikacıların ortak eylemlerini Polis baskısı, sonrada genelge yayını ile baskıcı tarzda engellemeye çalışmaları bunun bir başka göstergesidir....
İşte bu nedenle demokratik güçler olarak bu azınlık hükümetini hafife almamalıyız... Bunu yıkıcı etkisini ortadan kaldırmanın yolu, en başta CTP'nin siyasi ve demokratik birliğini ilerletmekten geçer.
Bu bakımdan Kurultay süreci çok önemlidir. Bu süreci sağlıklı olarak değerlendirmek ve idelojik, politik ve örgütsel birliği geliştirmek esastır. Aksi ülkeyi ve halkı çok zor durumlara sürükler.