Sayın Tufan Erhüman'ın Yeni Düzen'de yayınlanan AHİM kararını 25 soruda ele aldığı yazısı ile birlikte Sayın Romans Mapolar'ın Kıbrıs Gazetesinde konu ile ilgili yazdığı makalede çok önemli bakış açısı vermektedir. Okunmasında fayda büyük.
Kıbrıs’taki Mülkiyet Sorunuyla Özdeşleşen Ve Gündemden Hiç Düşmeyen Bir Dava:
Demopoulos v/d –Türkiye Davası
(Başvuru numaraları: 46113/99, 3843/02, 13751/02, 13466/03, 14163/04, 10200/04, 19993/04 ve 21819/04)
R. Afif Mapolar
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 67/2005 sayılı Taşınmaz Mal Yasası tahtında kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) erişilebilir, tarafsız, etkin ve tüketilmesi gerekli bir iç hukuk yolu olup olmadığını değerlendirebilmek için güney Kıbrıs’ta mukim Rum asıllı 17 Kıbrıs vatandaşının kuzey Kıbrıs’ta terk etmek zorunda kaldıkları mülklerinden yararlanamadıkları iddiasıyla açtığı davaları, pilot dava kapsamında görüşme kararı alır.
Davaların içeriğini, bu kişilerin KKTC denetimi altında bulunan taşınmaz mallarından ve/veya evlerine erişimden yoksun kalmaları konusundaki iddiaları oluşturmaktadır. Konu taşınmaz malların bir kısmı tarla olarak işlenmiş, bir kısmı üzerine de inşaat yapılmıştır.
Aralık 2005'te yürürlüğe giren 67/2005 sayılı Taşınmaz Mal Yasası’na göre; terk etmek zorunda kaldıkları taşınır veya taşınmaz mallar üzerinde hak talebinde bulunan gerçek (1974’teki mülkiyet sahipleri ve yasal mirasçıları) ve tüzel kişiler, Taşınmaz Mal Komisyonu’nda (TMK) dava açabilmektedirler.
Davaların İçeriği ve Mahkemenin Oluşumu
Başvuranlar Ocak 1999 ve Mart 2004 tarihleri arasında, 1 no’lu Protokolün 1’inci maddesine (mülkiyetin korunması), Sözleşme’nin, 8’inci maddesine (aile ve konut yaşamına saygı) ve Christomsou davası hariç 14’üncü maddesine (ayrımcılığın önlenmesi) dayanarak mülkiyet haklarının ve meskenlerinin kullanılmasının engellendiği ve ayrımcılığa uğradıkları iddiasıyla dava açarlar.
Başvuranlardan Sotiriou, Moushoutta ve Stylas iddialarına ayrıca, Sözleşmenin 8’inci Maddesi (aile ve konut yaşamına saygı) çerçevesindeki haklarını ve 1 no’lu Protokol’ün 1’inci maddesi kapsamında Madde 13 ile düzenlenen “etkili başvuru” haklarından yoksun bırakıldıklarını da eklerler.
Davayı görmeye yetkili AİHM Dördüncü Dairesi, 19 Mayıs 2009 tarihli kararıyla, tarafların itiraz etmemesini de dikkate alarak, AİHS Madde 30 uyarınca, yargı yetkisinden Büyük Daire (Grand Chamber) lehine vazgeçer. Büyük Daire duruşması ise 18 Kasım 2009’ da Strazburg'da yapılır.
Kabul edilebilirlik aşamasındaki karar 1 Mart 2010 tarihinde, üyeleri 17 yargıçtan oluşan AİHM tarafından oy çokluğu ile alınır:
Mahkeme Kararı:
Protokol 1 Madde 1 (Mülkiyet Hakkının İhlali İddiaları)
Daha önce görülen Xenides-Arestis davası da pilot dava sınıfına alınmış bir davaydı. Bu davadaki örnek hüküm usulü, konu sekiz davada da izlenerek, kabul edilebilirliklerine ilişkin karar verilecekti. Xenides-Arestis davasında AİHM, TMK’nın oluşumuyla önerilen iç hukuk yolunun “ilkesel olarak” yeterli olduğu sonucuna vardıysa da ilke kararının açılımını ve ulaştığı bulgular ışığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ilgili maddelerinin yorumunu yapmamıştı.
AİHM, bu davada bir kez daha Anayasa Mahkemesinin 3/2006 sayılı davadaki hükmüne dayanır ve AİHS maddeleriyle çelişen ve eski sahiplerini mülkiyet haklarından yoksun bırakan, Anayasa’nın 159 no’lu maddesi gibi maddelerinin yasal sayılamayacağı iddiasını şöyle değerlendirir:
“Anayasa’nın 159 (1) (b) maddesinin yürürlükten kaldırılmamış olduğu doğrudur, ancak, uluslararası hukukun ileri sürdüğü görüş ve bu Mahkeme’nin tespitleri dahili KKTC ulusal makamlarınca, özellikle de, bahsi geçen mevzuatın Kıbrıslı Rum mal sahiplerine mallarının mülkiyetinin iadesine ve onlara tazminat ödenmesine izin verir şeklindeki yorumu üzerinde ısrarcı olan KKTC Anayasa Mahkemesince kabul edilmektedir”, (bkz. Demopoulos v/d– Türkiye para. 107).
Bu saptamadan sonra AİHM, 67/2005 sayılı Yasa’nın Kıbrıslı Rumların şikayetleriyle ilgili erişilebilir ve etkili bir telafi yöntemi sağladığı sonucuna varır. Davacılar bu olanaktan yararlanmamışlardır. Bu nedenle 1 no'lu Protokol’ün 1’inci maddesi kapsamındaki mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin iddialar, AİHS’e göre iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddedilir.
İç Hukuk Yollarının Tüketilmesi Kuralının KKTC’nin Denetimi Altındaki Bölgede Mülkiyet Haklarını Kaybeden Kıbrıslı Rumlara Uygulanıp Uygulanamayacağı:
Sözleşme’nin 35 (1) maddesine göre, “Mahkeme bir sorunu ancak, yaygın olarak kabul edilen uluslararası hukuk kuralları uyarınca, tüm iç hukuk yolları tüketildikten sonra ve son kararın alındığı tarihi izleyen altı aylık süre içerisinde ele alır.”
AİHM öncelikli olarak Kıbrıs sorununun çözümünden yanadır. Bununla beraber bireylerin haklarını aramaya devam etmeleri gerektiğine inanmaktadır.
Başvuranlar KKTC’nin denetimi altında yaşamasalar bile, KKTC’de yakınmalarına çözüm getirecek etkin bir çözüm yolu varsa, iç hukuk yollarını tüketme kuralı uygulanmalıdır. Bu bakış açısı, uluslararası toplumun Kıbrıs’taki hukuki durum anlayışını etkilemez.
AİHS ihlallerinden sorumlu olan Taraf Devlet, bu bölgede gerçekleşen insan hakları ihlallerinden sorumlu olup, insan haklarını korumak için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
AİHM’e göre; KKTC yetkili otoritelerinin özel, idari veya ceza hukukuna ilişkin koyduğu kuralların veya bunların KKTC’de uygulanmasının, geçerliliğinin reddedilmesi veya bunların herhangi bir hukuki temelinin olmadığının kabul edilmesi, doğal olarak AİHS kapsamında saptanan sorumlulukla örtüşmeyecekti, (bkz. başvuruda bulunan Kıbrıslı Rum’un, engelleme nedeniyle bir KKTC polisi tarafından tutuklanmasının yasal bulunduğu Foka – Türkiye davası, (başvuru no.28940/95 para. 83, 24 Haziran 2008) ve bir KKTC mahkemesinde görülen bir ceza davasının, bu mahkemelerin bağımsız veya tarafsız olmadığı veya siyasi davranış sergiledikleri yönünde bulgu olmaması bakımından Madde 6’ya (adil yargılanma hakkı) uygun olduğuna karar verilen Protopapa - Türkiye davası, (bkz.başvuru no. 16084/90, para. 87, 24 Şubat 2009).
Müdahil olarak davaya katılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY), başvuruda bulunanların haklarının idari uygulamalarla ihlal edilmeye devam etmesinden dolayı, iç hukuk yollarının tüketilmesi zorunluluğunun olmadığı iddiasıyla ilgili olarak AİHM, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun böyle bir saptama yaptığı iddiasını kabul etmektedir. Ancak bu saptamadan sonra, KKTC’de AİHS ve uluslararası hukuka göre oluşturulmuş bir mevzuat bulunduğu gerçeğini de tamamen göz ardı etmemektedir. Üstelik kapıların açılması, siyasal iklimi bir hayli yumuşatmıştır. AİHM, iç hukuk yolunun işlerliğini kabul etmenin Türkiye’nin kuzey Kıbrıs üzerinde uluslararası olarak tanınan bir egemenlik sürdürdüğü anlamına gelmeyeceği görüşündedir.
AİHM’e göre, başvuruda bulunanlar KKTC’de yaşamıyorlarsa bile, eğer davalı devletin himayesinde taleplerini tatmin edecek bir telafi yöntemi varsa, AİHS Madde 35 (1) altında iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiği kuralı geçerlidir, (bkz. Demopoulos– Türkiye Davası para. 96).
AİHM’e Göre Yasal Tapu Kavramı:
AİHM’e göre, Kıbrıs’ın kuzeyindeki durum uluslararası toplum tarafından nasıl algılanırsa algılansın, bu durum AİHS ihlali olarak ileri sürülen mülkiyete ilişkin iddialar görüşüldüğünde verilecek hüküm için yetkili otoritenin (TMK) takdir hakkını kullanmasına engel değildir. AİHM, taşınmaz malların terk edilmesinden 35 yıl kadar sonra yapılmış olan birçok değişiklik göz önünde bulundurulduğunda, tüm davalarda mülkiyet iadesi yoluna gidilmesinin, AİHS ihlalleri mağdurlarının haklarını korumak için bile olsa, pek çok kadın, erkek ve çocuğun zorunlu tahliyesi ve yeniden konuşlandırılması sonucunu doğuracağı için, keyfi ve tedbirsiz olma riski taşıdığı görüşündedir.
AİHM, Kıbrıslı Rumların KKTC’nin tapularını ellerinden alma yetkisinin olmadığı düşüncesiyle, kaybettikleri malların karşılığı olarak tazminat talep etmemeleri, yalnızca kullanım kaybı (loss of use) için maddi zarar ziyan talep etmeleri sonucunda, teorik olarak, belli aralıklarla ve süresiz olarak hak talebinde bulunabilme şeklinde dengesiz bir durumun oluştuğu kanısındadır.
Aslında AİHM’e göre temel sorun, yasal tapu kavramının ve o tapunun tüm haklarını kullanma beklentisinin uygulamada ne oranda gerçekçi olduğudur. Kullanım kaybı için talep edilen zarar ziyan gittikçe daha kurgusal ve varsayımsal olmuştur. Zilyetlik (kullanım hakkı) ve mülkiyet arasında her zaman güçlü yasal ve fiili bir bağ olduğu doğru olmakla beraber, bu bağın zayıflaması ve üzerinden uzun zaman geçmesiyle, tapuların pratik sonuçlar için geçersiz kılınabileceği de kabul edilmelidir, (bkz. örneğin: fiili/iktisabi zilyetlik (adverse possession) davasında tapunun feshi ile ilgili olan J. A. Pye (Oxford) Ltd ve J A Pye (Oxford) Land Ltd v. The United Kingdom (BD) baş. no.44302/02, AİHM 2007 – X ).
Burada dikkat edilmesi gereken, bu davalardaki taşınmaz mal sahiplerinin, adil bir şekilde tazmin edilmedikleri sürece, herhangi bir resmi anlamda mülkiyet haklarını kaybetmiş oldukları değildir. AİHM, tapunun yasal nedene dayanmayan fiili/iktisabi zilyetlik (adverse possession) olarak kabul edilmesine neden olacak tüm tanımlamaları yapmaktan ve görüşleri belirtmekten kaçınmaktadır. Buna karşın, bu davaların sonucu olarak AİHM, Davalı Taraftan, şu anda ilgili taşınmaz malda kimin yaşadığına veya taşınmaz malın askeri bölgede olup olmadığına veya önemli bir kamu yararı için kullanılıp kullanılmadığına bakmaksızın, başvuruda bulunanların malına erişimini ve mülkiyetini tamamen almasını sağlamasını beklemenin gerçekçi olmadığı görüşündedir, (bkz. Demopoulos - Türkiye Davası para. 112).
AİHM, yalnızca, tapu sahibi olmakla, mülkiyet ve söz konusu malın kullanılması arasındaki bağın zaman içerisinde zayıflamış olmasının, Sözleşme’nin 35 (1) (kabul edilebilirlik koşulları) maddesinin tatmin edilmesi konusu üzerinde bazı etkileri olabileceği görüşündedir, (bkz. a.g.k. para. 113).
Taraf Devletin Telafi Yöntemini Seçme Hakkı:
AİHM’in yerleşen içtihat hukukuna göre, eğer ihlalin niteliği, eski halin iadesini (restitutio in integrum) mümkün kılacak şekildeyse, davalı devlet bunu uygulamak zorundadır. İade mümkün değilse, AİHM genel bir uygulama olarak, davalı devlete seçenek olarak malın serbest piyasa fiyatıyla orantılı makul bir tazminat ödemeyi şart koşmaktadır. Bunun nedeni Sözleşme’ye taraf devletlerin ihlal durumunda hükmü yerine getirme yöntemini seçme haklarının olmasıdır. Taraf devletin hükmün yerine getirilmesi ile ilgili bu takdir hakkı, Sözleşme Madde 1’de bulunan, taraf devletlerin, Sözleşme tarafından garanti altına alınan hak ve özgürlükleri koruma yükümlülüğüne bağlı seçme özgürlüğünü yansıtmaktadır, (birçok otorite yanında, bkz. Papamichalopoulos ve Diğerleri v Yunanistan (Madde 50), 31 Ekim 1995, para. 34 Seri A No 330-B). Bu yaklaşım, yasa dışı el konmuş malların konu olduğu davalarda bile tutarlı bir şekilde uygulanmaktadır. Uluslararası toplumun Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki konumuna bakış açısı, mülkiyete müdahale ile ilgili başvurular ayrı ayrı ele alınırken, AİHS’in farklı uygulanması gerektiği anlamına gelmemektedir, (bkz. Demopoulos-Türkiye Davası para. 114). Başvuruda bulunanlar bunun Davalının yasadışı bir durumdan yarar elde etmesine yol açacağını iddia etmişlerdir. AİHM, AİHS’in uluslararası hukukun diğer ilkeleriyle birlikte yorumlanmasını kabul etmektedir. Ancak AİHS çerçevesinde mülk, parasal olarak değer biçilebilen maddi bir maldır. Tazminat, Mahkeme’nin yerleşik içtihat hukukuna uygun olarak ödenirse, taraflar arasında bir dengesizlik oluşmaz.
Bireysel başvurular mülkiyet haklarına yapılan müdahalelerle ilgilidir. Taraf devletler arasında egemenlik haklarını korumak veya uluslararası hukuk ihlallerini tespit etmek için araç olarak kullanılamazlar.
AİHM, davalı devleti tüm davalarda hatta maddi bir olanaksızlığın olmadığı davalarda bile iade yapmaya mecbur etmesi durumunda, bunun olumsuz sonuçları olacağı kanısındadır.
Burada değinilen maddi olanaksızlık başvuruda bulunanların ve müdahil tarafın (G.K.R.Y) ileri sürdüğü, kalıcı zarar ziyan veya tahribata neden olan tüm yasal ve pratik engellerin ortadan kaldırılması koşuludur. AİHM, Davalı Devletin, başta üçüncü tarafların konumu olmak üzere, başka etkenleri de hesaba katmasının engellenmesi gerektiğini kabul etmez. Başvuranların AİHS kapsamında sahip oldukları haklarının ihlalinin düzeltilmesi amacıyla dahi olsa, bir devleti çok sayıda erkek, kadın ve çocuğu zorla yaşadıkları yerden çıkartıp başka bir yere yerleştirmeye kayıtsız şartsız bir şekilde mecbur etmek AİHM’in görevi dahilinde olamaz.
AİHM eski mağduriyetlere uygulanan telafilerin yeni orantısız haksızlıklar (disproportionate new wrongs) oluşturmadığından emin olunması gerektiğini belirtir. Bu nedenle, her davanın kendi temeli üzerinde değerlendirilmesinden yanadır, (Bkz. örneğin: Pincova ve Pinc v. Czech Republic, baş. no. 36548/97 p. 58, AİHM 2002-VIII).
AİHM’in içtihat hukukunda, taraf devletin söz konusu taşınmaz malı, şu anki kullanımını veya oradaki ikamet durumunu dikkate almadan hak iddiasında bulunanlara iade edeceği genel bir politika izlemesi tezini destekleyen bir hüküm yoktur.
Bu nedenle AİHM, mülkiyet haklarının ihlallerini telafi etmek için uygulanacak yöntemin seçimini, Kıbrıs’ın kuzeyinde mevcut olan durumda bile, yerel düzeyde uygulanabilirlik, öncelikler ve çıkar çatışmalarını en iyi şekilde değerlendirebilecek taraf olan, taraf devlete bırakması gerektiği görüşünü korur. Bu durumda, 67/2005 sayılı Yasa tahtındaki tazmin yetkisiyle ilgili olarak sorgulanan takdir hakkı konusunda herhangi bir sorun söz konusu değildir.
İade Konusundaki Eksiklik Giderildi:
Xenides-Arestis davasında iadenin sağlanması konusunda düzenlemenin eksikliği dile getirildiyse de bu arada mal iadesi gerçekleşmiş olduğundan, (bkz. Alexandrou - Türkiye, adil tazmin/dostane çözüm davası), AİHM, 67/2005 sayılı Yasa ile bu eksikliğin giderilmiş olduğu konusunda tatmin olur. Yeni Yasanın zararın giderilmesinde takdir yetkisi kullanılabileceğini öngörmüş olması bir sorun oluşturmaz.
TMK’ya Başvurmayanlar Siyasal Çözümü Beklemek Zorunda Kalacaklar:
Son olarak AİHM, bu hükmün, başvuruda bulunanları TMK’yı kullanmaya mecbur ettiği yönünde yorumlanmaması gerektiğine vurgu yapar. TMK’ya başvurmamayı tercih edip, siyasi bir çözüm olmasını bekleyebilirler.
Sözleşme Madde 8 (Mesken Haklarının İhlali İddiaları):
Davacı eski mal sahiplerinin mesken haklarına yapılmaya devam eden müdahaleye ilişkin iddiaları daTMK'ya başvurulmamış olma itibariyle iç hukuk yolları tüketilmediği için ele alınmaz.
Mülkiyet sahibi olmadığı için bayan Ariana Lordou Anastasiadou’nun davasının (bkz. başvuru no. 13751/02),TMK veya KKTC yargısı tarafından görüşülebileceğine AİHM ikna olmaz. Onun davasını görüşür ve özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkına herhangi bir müdahale olmadığı hükmünü verir. Hemen hemen tüm yaşamı boyunca söz konusu aile evinde yaşamaması ve mülkün tapusundaki muhtemel miras payı beklentisinin kurgusal ve varsayımsal olması, sonuç olarak başvuranın iddiasını hukuki dayanaktan yoksun bıraktığından başvuru reddedilir.
Diğer İddialar:
1 no'lu Protokolün 1’inci maddesi ve AİHS 8’inci maddesi çerçevesindeki saptamalar göz önünde bulundurulduğunda, AİHM davacılar tarafından yapılan diğer iddialara ilişkin incelenecek başka bir konu olmadığı kanaatine varır.
Demopoulos v/d – Türkiye Davasının Değerlendirilmesi:
TMK’nın erişilebilir, etkin, tarafsız, adil ve tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak tanınmasının yanında, mülkiyet hakkının zaman içinde tazminat hakkına dönüşülebileceğine ve iç hukuk yoluna başvurmayanların siyasi çözümü beklemek zorunda kalacaklarına ilişkin Demopoulos davasının sonuçlarının çok yönlü etkileri olacağı açıktır.
Demopoulos kararına kadar, AİHM’in verdiği tüm hükümler, salt kullanım kaybını içeriyor ve teorik olarak belli aralıklarla kullanım kaybından doğan zararın tazmin edilmesi olanağını yaratıyordu.
TMK’nın erişilebilir, etkin, tarafsız, adil ve tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olduğunun kabul edilmesiyle eski Rum taşınmazlarının mülkiyetinin takas ve adil tazminat yoluyla el değiştirebileceği uluslararası hukuk tarafından kabul edilmiş olmaktadır.
Hukukta yerleşik içtihatları yıkmak yerine yeni içtihatlar yaratmak sık rastlanan bir durum değildir. Adeta bir tabu konumuna gelen mülkiyet kavramının yeniden tanımının yapılması tek kelimeyle hukuk tarihinde eşine ender rastlanan bir olgudur.
Üstelik AİHM bununla da yetinmemiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerinin yeniden yorumunu yapmıştır. En önemli sonuç da yalnızca tapu sahibi olmakla, mülkiyet ve söz konusu malın kullanılması arasındaki bağın zaman içerisinde zayıflamış olmasının, AİHS’in 35 (1) maddesinin (ihlalin giderilmesi ile ilgilidir) tatmin edilmesi konusu üzerinde bazı etkileri olabileceği görüşünü benimsemiş olmasıdır.
Bu bakış açısına göre, mülkiyet ihlalinin giderilmesi için ille de iade gibi bir yöntemin uygulanması gerekmemektedir. Takas ve adil tazminat gibi yöntemler de Sözleşme’nin 35 (1) maddesi kapsamında ihlalin giderilmesi için yeterli bulunmaktadır.
1974’teki mal sahipleri ve mirasçıları ile tüzel kişiler Taşınmaz Mal Yasası’nda öngörülen telafi yöntemlerinden (iade, takas veya tazminat) istediklerini talep edebilirler; ancak telafi yöntemini seçme konusunda TMK’nın takdir hakkı olduğu AİHM tarafından kabul edilmektedir.
Bu saptamanın ışığında AİHM, Kıbrıs’taki mülkiyet sorununun, siyasal, tarihsel ve olgusal dinamiklerden soyutlanamayacağı, sorunun ancak tarafların karşılıklı iradesiyle çözümlenebileceği sonucuna ulaşmaktadır. Bu gerçeklik, aradan geçen zaman, süregelen anlaşmazlığın evrimi ve dinamizmi, AİHS’in AİHM tarafından yorumlanması ve uygulamasını doğal olarak etkilemekte ve son tahlilde; “Tarafların mülkiyet konusundaki iddiaları Kıbrıs adasındaki yoğun siyasal anlaşmazlığı yansıtmaktadır” görüşünü benimsemesine yol açmaktadır, (bkz. Demopoulos v/d – Türkiye davası para. 83).
Bu kararla AİHM, terkedilmiş taşınmaz mallar üzerindeki mülkiyet hakkının zaman içinde etkilenebileceğinin altını çizmektedir. Terkedilmiş malların otuz beş yıl kadar bir zamanda çeşitli nedenlerle el değiştirdiğinden bahsetmekte ve yerleşimdeki yeni yapılanma sonucunda oluşan sosyal dokunun, mülkiyetle ilgili davalar görüşülürken, dengeli bir şekilde korunması gerektiğini vurgulamaktadır.
Demopoulos Davasının Siyasal Çözüme Etkisi:
Demopoulos davası değerlendirildiği zaman, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Kıbrıs sorununun adeta odak noktası haline gelen mülkiyet sorununun çözümüne yardımcı olacak bazı ilkeleri benimsediği anlaşılmaktadır:
1) Kapsamlı bir çözüm, terkedilmiş tüm taşınmaz malların iadesi temeline dayandırılamaz.
2) Mülkiyet sorunu, Kıbrıs’ın siyasal durumu ve fiili bölünmüşlüğü dikkate alarak çözümlenmelidir.
3) Mülk iadesi, KKTC hukukuna uygun olarak mülkiyet ve kullanım hakkına sahip olanların insan haklarını ihlal etmemelidir.
4) Mülkiyet haklarının ihlallerini telafi etmek için uygulanacak yöntemin seçimi, yerel düzeyde uygulanabilirlik, öncelikler ve çıkar çatışmalarını en iyi şekilde değerlendirebilecek konumda olan tarafa bırakılmalıdır.
5) Mülkiyet sorununun çözümü ancak Kıbrıs sorununun bütünlüklü çözümü ve uzun süredir mülkiyet ve kullanım haklarını elinde bulunduranların haklarının da dengeli bir şekilde korunmasıyla mümkündür.
6) Tüm göstergeler, tarafların bu ilkelere bağlı olarak özgür iradeleriyle gerçekleştirecekleri, iki halkın ayrı ayrı referandumlarla onaylayacağı, mülkiyetin çözümünü de içeren bütünlüklü bir anlaşmaya AİHM’in, bir sınırlama getirmeyeceğine veya itiraz etmeyeceğine işaret etmektedir.
12 Eylül tarihli Kıbrıs Gazetesinde yayımlandı.
Kurulacak Federal Cumhuriyette CB nın her iki toplumun da halk iradesi
ile temsilinin sağlanması oldukça önemlidir.Ancak bunun sonuçta ortak
Federal devletin Başkanı olacağı için bir şekli ile iki toplumun ortak
iradesinin de yansımasına dayanması gerekir.
1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin en zayıf noktası bu idi.Çünkü CB'nını
Kıbrıslı Rumlar seçmekte ama CB Muavinini de Kıbrıslı Türkler
seçmekteydi.
Böylece iki toplumun ayrı ayrı seçtiği bu başkanların yetkileri ise tüm adayı ve insanlarını ilgilendirmekteydi.
Çünkü sistem başkanlık sistemi idi.Kıbrıslı Rumların seçtiği başkan
Bakanlar kurulunun 7 üyesini Rumlar arasından, Kıbrıslı Türklerin
seçtiği başkan da 3 üyesini Türkler arasından seçiyordu.
Üstelik bu başkanlar ve onları destekleyen siyasi güçler hiçbir zaman ortak bir siyasi programa dayalı da seçime girmezlerdi.
Dolayısı ile ortak bir siyasi yaşam bu düzenlemeler nedeni ile zaten mümkün değildi.
Üstelik iki tarafta kendi dar ulusal çıkarları için motive oldukları
için zaten çalışmalar ta baştan karşıtlıkların çatışması ile
zedelenmekteydi.
Bu sistem yürümedi.
Şimdi federal bir çözüm için uğraşırken bu konu önem taşımaktadır.1960'
taki gibi bir Kıbrıslı Rumun CB, Kıbrıslı Türkün de CB Mv olması ve
dengelemek içinde karşılıklı veto hakları olması, ortak siyasi geleceği
darbelecek unsur olacağı açıktır.
Bu yüzden Dönüşümlü başkanlıkla bir sürenin örneğin, beş yılın üçünün
Kıbrıslı Rum Başkan, geri kalanın Kıbrıslı Türk başkan tarafından
yürütülmesi formülü gündeme geldi.Bunu iki tarafta kabul etti.
Ama bunun bir sorunsalı var. O zaman bu başkanlar nasıl seçilecek.
Kıbrıslı Türkler'den oy almayan veya Kıbrıslı Türkler'den oy almayı
düşünmeyen bir başkan ayni şekilde Kıbrıslı Rumlardan oy almayan ve oy
almayı düşünmeyen bir Türk adanın tümünün nasıl başkanı olacak?
Seçilmesi için bir toplumun iradesine ihtiyaç duymayacak olan bir başkan,iki toplumlu bir federasyonun nasıl başkanı olacak?
Üstelik siyasi düşünsel idelojik ve programatik bir ortak belgesi,
düşüncesi, hattı olmayan seçilmişlerin, ortak bir siyasi yaşamın
gelişmesine nasıl bir katkısı olacak?
İşte bu yüzden dönüşümlü başkanlık yalnız başına bir anlam ifade etmez.
Ortak siyasi iradenin nasıl olacağını da düşünmek gerekir.
Annan Planında merkezi federal hükümet, Başkanlık konseyi tarafından
oluşturulacaktı.Bu başkanlık konseyi ise söz konusu planda, parlementer
yapı öngörüldüğünden, her iki toplumdan oluşacak olan parlementodan o
hükümetin ortak güven oyu alması gerekecekti.
Böylece her iki toplumda ayrı ayrı yapılacak olan seçimlerde siyasi
partiler seçmene giderken, diğer toplumdan hangi parti ile koalisyon
kuracağını açıkça programı ve hedefi ile belirtecek, halktan desteğini
böyle alacaktı.
Üstelik bu model, yalnız iki toplum arasındaki ortaklığı veya konsensus
arayışını değil ama federal parlementoda çoğunluğa ulaşmak ve ortak
hükümetin tarafı olmak için siyasi güçleri kendi toplumları içinde de
koalisyona veya farklı siyasi güçlerle ittifaka zorlayacak olan bir
sistemdi.
Bu anlamı ile hem ortak iradeyi ve ortak siyasi hedeflerde iki toplumun
yakınlaşmasını hemde toplumların kendi içlerinde bu hedef doğrultusunda
ortaklıkları ittifakları bekleyecekti.Bunun federal yapıda sağlıklı
bütünleşmeye kapı açtığı açıktı.
Ancak Sayın Talat ile Hristofyas arasında yapılan görüşmelerde Annan
Plan'ından farklı parlementer düzenden ayrı, Başkanlık sistemine geçişte
bir yakınlaşma doğdu.
Bunun bir sebebi de Annan Planının güneyde şeytanlaştırılması üzerine
ondan daha farklı bir yapının oluşması ve halka götürülmesi ihtiyacı
idi.
Başkanlık sistemi olunca ve başkanlıkta dönüşümlü olacağına göre, o zamanda gündeme bu iki Başkan'ın nasıl seçileceği girdi.
Çünkü Kıbrıs Türk toplumu sayıca Rumlardan daha az olacağı için bu
sistemde ve ortak seçimde çoğunluk toplumun siyasi eğilimlerinin baskın
olacağı açıktı KT Toplumunun siyasi eşitliğinin darbeleceği kesindi.Bu
da her şeyin daha başlamadan bir toplum içinde bitmesi demekti.
İşte bu yüzden çapraz oy meselesi ortaya çıktı.
Kıbrıs Türk toplumunun oyunun, ağırlıklı olarak kullanılacağı bir model gündeme geldi.
Böylece hem iki toplumun ortak iradesi halka oyu ile yansıyacak, hemde
iki başkan halktan ve iki toplumdan oy alarak iş başına geleceği için
konu daha bir demokratik ve ortak siyasi yaşama dönük evrimleşecek hemde
siyasi eşitlik sarsılmayacaktı.
İşte bu bağlamda konu tartışılırken bazı güçler tarafından bu
içeriğinden çok Kuzey Kıbrıs'ta ve güneyde Talat ve Hristofyasa dönük iç
siyasetin mezesi yapıldı.
Demagojinin bini bir para oldu.
Ancak daha sonra yapılan seçimlerde Sayın Eroğlu seçildi.
Seçim döneminde oy almak adına, bu çapraz Oya şiddetle karşı çıkmıştı.
Ama daha önce Sayın Talat'ın bir paket halinde diğer şeyler yanında
güneye sunduğu bu öneriyi," seçildikten sonra Talat'ın bıraktığı yerden
devam edeceğim" diyerek, şeklen savunur oldu.
Ama masada da çapraz Oya karşı olduğunu söyledi.
İşte bu yüzden o zamanda güneyin siyasi güçleri, dünden aradıkları
fırsatı buldular ve öyle ise Dönüşümlü başkanlık da olmaz dediler.
Bu yüzden Anastasiadis masaya 1960 modeline benzer, ama ondan da geri bir öneri sundu.
Her ne kadar bu öneri sunulduktan sonra KT tarafı çapraz oy için olumlu söz etmede inandırıcı olmadı.
Şimdi açıktır, Dönüşümlü başkanlık tezi, siyasi eşitliği sarsmayacak
şekilde, ortak siyasi bir yaşam ve her iki toplumun her iki Başkan'nın
seçiminde oluşacak olan ortak siyasi iradesine nasıl yol bulunabileceği
ile meşruluk ve güç kazanır.
Hem dönüşümlü başkanlık isteyeceksin ama hemde ortak bir siyasi iradenin
nasıl gelişeceğine dair düşünce üretmeyeceksin bu olanaklı değildir.
Son zamanlarda Meclis'ten ilgili komitenin yaptığı verimli bir çalışma
ile Anayasa ile ilgili önemli değişiklikler gündeme geldi.
Ancak bu konuda çok ilginçtir anlaşılmaz pek çok şey görüş olarak ileri sürülmektedir.
Bunları ikiye ayırmak mümkün.Ama ikisinin de dayandığı temel mevcutun değişmeden devamına dairdir.
Biri bu değişikliğin zamanı mı diye sormakta.Diğeri ise yeterli değil,
şu yok bu yok diyerek maksimalist bir yaklaşımla güya değişimden yana,
ama özde statükonun olduğu gibi devamına yol düşüyor.
Şimdi birincisini ele alalım.Esasında hem birinci yaklaşımı hemde ikinci
yaklaşımı dile getirenlerin birbirinden farklarına, hatta birbirlerine
uzak durmalarına karşın, belli noktalarda çok ortak yaklaşımları vardır.
Günümüzde Anayasa Değişikliğine "zamanı mı zamansız" diyenlerle bu
çalışmayı maksimalist söylemlerle değersiz kılmaya çalışanların, daha
dün, yine müşterek bir başka tezleri vardı.
Bunlar" artık Kıbrıs sorunu ile fazla uğraşmaya gerek yok.Çözüm için
umut beslemek yerine artık iç sorunlarımızın çözümü için yasal,
Anayasal, idari ve ekonomik sorunlarımızın çözümüne odaklanmamız ve bunu
geçekleştirmemiz gerekir" diyorlardı.
Yani Kıbrıs sorunu kadar önemli olan yapısal sorunlarımızın çözümü için
öncelik talep ediyorlardı.Bizim gibi, hem çözüm,hem demokratik ve
ekonomik yapılanmayı birlikte ele alanları ise, Kıbrıs sorunundan siyasi
olarak nemalanmaya çalışanlar olarak suçlamaktaydılar.
Şimdi işe bakın...
Kıbrıs sonundaki görüşme süreci önemli bir merhalede devam ederken, ayni
zaman dilimi içinde yeni demokratik yapılanma için de Anayasa gibi
temel bir olguda değişim yönünde olumlu bir gelişme yaşandı.
Şimdi bu durumda dün önceliği KKTC' deki yapısal sorunların çözümüne
vermemiz gerekir diyenler, şimdi , zamanımı zamansız diyerek kaçak
oynamaya başladılar.
Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Çok açık.Bunların niyeti açık..
Her hangi bir değişim 1974 statükosunu sarsmamalı.
Ne Kıbrıs sorunun çözümü, nede içte statükonun oluşturduğu yapılanmanın değişmemeli.
Sözde yenilikçiler için İşte turnusol kağıdı böylesi durumlarda ortaya çıkıyor.
Hem hararetli bir değişim söylemi, ama değişime dair de her hangi bir
gelişme oldu mu da başka gerekçelerle buna engel olma halleri.....
Üstelik bunların bir kısmı maksimalist hedeflerlerle bağlantılı olarak
da örneğin Anayasa bulunan geçici 10. Maddeye dönük bir değişiklik
yoktur diyerek, yapılan önemli değişimleri de küçümseyecek makyaj
değişimleri diyerek değersizleştirmeye çalışmaktadırlar.Bu yönde
açıklamaları da yapmaktadırlar.
Ama buna dair de ciddiyet göstermemektedirler.
Anayasa değişikliğini maksimalist sözlerle değersizleştirmeye çalışan bu
kesimler, örneğin UBP Genel Başkanı Sayın Hüseyin Özgürgün'ün Anayasa
değişikliklerine dair ifade ettiği; polisin sivil otoriteye bağlanması
ve Anayasanın geçici 10. Maddesinin kaldırılmasına dair bırakın değişimi
bu talebi dile getiren görüşlerin dahi "Güvenlik Kuvvetlerini yıkmak,
devleti çökertmek niyeti olduğuna" dair son derece çağdaşı ve statükonun
aynen devamına dönük açıklamalarına dair, bırakın eleştirmeyi, en küçük
bir karşı ses dahi vermemektedirler.
Anayasa değişikliklerinde Geçici 10. Madde yoktur diye Anayasa
değişikliğini değersizleştirmeye dönük görüş açıklayanlar, buna dair
manşet çekenler,UBP Genel Başkanının bırakın değiştirmeyi bunu
düşünenleri dahi devlet yıkıcısı olarak tanımlamasına dönük olarak en
küçük bir karşı ses dahi vermediler.
Bu da bize niyetin Anayasa Değişiklerine soğuk davranmak olduğunu buna
dair oluşan olumlu havayı dağıtmak olduğunu göstermektedir.
Evet âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.İşte Anayasa Değişiklikleri
gündeme geldi.hadi bakalım önceliği İçteki demokratik yapılanmaya
vermemiz gerektiğini söyleyenler Anayasaya değişikliğine maksimalist
hedeflerle yaklaşmaya çalışanlar, şimdi ne yapacaksınız?
.Bu olumlu adımları," zamanı mı "diye sorarak, yada Anayasa
Değişikliklerine gerici söylemlerle, devlet yıkıcılığı ifadeleri ile
saldıranlara dönük sesiz destekçi mi olacaksınız?. Halep ordaysa arşın
burdadır.
Görüşmeler sürerken yeni sorunlar çıktı.Bu da Maraş konusu ile başlayan
süreç oldu.Kıbrıs Rum tarafı özellikle çözüme dönük Kıbrıs Türk
tarafının ve Türkiye'nin samimiyetini görmek istediğini ifade ettiği bir
konuya da döndü Maraş konusu.
Ayrıca özellikle Kıbrıs Rum tarafı açısından da toplumu çözüme doğru motive etmenin çok önemli bir değerine döndü Maraş konusu.
Kıbrıs Türk tarafında ise bu konu Bütünlüklü çözüme doğru ilerlemesi
gereken yolda önemli bir motivasyon konusu olarak değerlendirildiği için
güven artırıcı önlemler başlığı altında ele alınmasının bu noktada
Bütünlüklü çözüme doğru Güneyin kaçış noktası olacağı endişesi içine
girdi.
Her iki taraftaki endişelerin kendi içinde haksız olduğunu dile getirmek
zordur.Ama bu bakış açılarının zıtlığı dönüp sorunun çözümünün önünde
ciddi engel olmak durmunu da yaratmaktadır.
Yani güneyde güven artırıcı önlem olarak görülen Maraş konusunda meydana
gelen bu çelişki, sonuç itibarı ile bu kaosla, karşılıklı olarak
güvensizliğin beslendiği hadisenin kendisi oldu.
Kuzeyde ise Maraş konusunda doğan bu kaos ayni zamanda Bütünlüklü çözüme ulaşmanın önündeki en büyük engel oldu.
Maraş konusunda yaşanan ve Sayın Biden'nin ziyareti ile oluşan duruma
dönük yorum yapan Görüşme Sayın Özersay Kıbrıs Rum tarafının gündeme
getirdiği Maraş konusunu eski Cumhurbaşkanları Sayın Hristofyas'ın konu
ile ilgili olarak gündeme getirdiği pakete bağladı.
İşte bence yanılgı buradadır.Bu yanılgıyı aşıp sorunu yaratıcı bir şekilde ele almak gerekir.
Bir kere Sayın Anastasiadis Güneyde özellikle Sayın Hristofyasın Talat
ve Eroğlu ile yaptığı görüşmelerde Kıbrıs sorunu esası olan siyasi
meselede ağırlıklı olarak Yönetim ve Güç Paylaşımı konusunda oluşan
yakınlaşmaları eleştirerek seçildi.
Ayrıca Sayın Hristofyası özellikle toprak mülkiyet ve garantiler
konusunda bir konuyu bağlamadan Yönetim ve Güç Paylaşımında AB
meselelerinde 30 yakınlaşma kağıdı oluşturduğu için eleştirdi.
Kendi hareket hattını ise Türkiye ile doğrudan görüşme ve liderler
seviyesinden görüşmeleri, görüşmeciler düzeyine indirgeme ve Maraş
konusu ile toprak konusunu öncelikleri arasına almak olarak ortaya
koymuştu.
Kimse kusura bakmasın Güneyde seçimler bittikten sonra Sayın Eroğlunun izlediği siyaset işte bugün yaşadığımız çıkmazı getirdi.
Ne Sayın Hristofyas'la oluşan 30 yakınlaşma kağıdı gündeme oturdu, ne de görüşmelerin nasıl süreceği.
Sonuçta aylarca süren kayıplardan sonra en nihayet ayak süreçe süreçe Ortak Belge gerçekleşti.
İşte bu hadiselerden sonra Maraş konusu ve Bütünlüklü çözüm meselesi gündeme geldi.
Sayın Özersayın bugün Maraş konusunda Güneyin Sayın Hristofyasın
paketini ısıtın da yeniden gündeme getirdiğine dair tesbiti bu anlamda
doğru değildir.
Çünkü Sayın Hristofyas Yönetim ve Güç Paylaşımını görüşürken ve bugün
üzerinde özellikle bizim tarafın ısrar ettiği bu yakınlaşılan noktaların
gelişmesi ile bu Maraş Paketini ortaya koydu.
Bu bugünkü durumdan farklıdır.Çünkü Sayın Anastasiadis Maraş konusunu bu
30 yakınlaşma kağıdını göz ardı hatta yok farz ederek gündemler
getirmektedir.
Kıbrıs Türk tarafının da buna haklı tepkisi vardır.
İşte Sayın Özersayın eşitlediği bu durumlar arasında böylesi ciddi bir temelinde yfark var.
Üstelik Sayın Özersayın haklı olarak eleştirdiği bir durumda var
görüşmelerde. Üzerinde yakınlaşılan konuları yok farz ederek, ısrarla
üzerinde yakınlaşılan konuları eski zıtlıklar temelinde tartışılması
nedeni ile başka konulara geçilememektedir.Bunu eleştiren Sayın Özersay
Malesef şimdi kendi elleri ile bir başka çıkmaz noktayı da
üretmektedir.Bu da Maraş konusudur.
Hal bu iken bu soruna bakışa dönük yeni bir açıya ihtiyaç vardır.
Bu konuyu Bütünlüklü çözümle doğrudan ilişkilendirmek.
Şimdiki yapıda Maraş'ın açılması, Mağusa limanı ve Türkiye'nin
limanlarını açması ve Türkiye'nin üzerindeki AB müzakerelerinde dönük
uygulanan vetoların kaldırılması yanları ile bağlanmaktadır.Bunun
Kuzeyde daha cazip olmasının savunulur olması için buna Ercan Hava
Limanın. Da direk uçuşlara açılması talebi de eklendi.Ama Buda başka ve
Bütünlüklü çözümle bağlantılı sıkıntıları da Güney açısından tetikledi.
İşte hal böyle iken neden bu konu yani Maraş'ın açılması ayni zamanda Bütünlüklü çözümün kendisi ile bağlanmasın.
Yani Maraş'ın uzmanlarda incelenmesi ,sahiplerine iadesi ve Mağusa
limanın da bu anlamda değerlendirilmesi meselesinin incelenmesi için
uzmanlarda hem KR hem KT ve yabancılardan oluşacak olan bu uzmanlar
heyetinin göreve gelmesi ile bağlantılı olarak görüşmelerde oluşan 30
yakınlaşma kağıdının da karşılıklı kabulünün olduğu birlikte
açıklanmasın.Hem Maraş konusu hem de Bütünlüklü çözüm devinimine dönük
iki tarafta oluşan haklı ihtiyaçlara cevap verilmiş olur.Ayrıca bu 30
yakınlaşma kağıdının ele alınması ile birlikte görüşmelerde zaman
kaybetmeden diğer başlıklara geçilmiş olur.
Üstelik iki tarafın anlaştığı bir konunun da her konuda anlaşma olmadan,
üzerinde anlaşılan konuların da geçersiz olacağı gerçeği, bu konuda iki
tarafa da ciddi bir esneme sağlama zemini sağlayan bir olgu vardır.
İşte bu nedenle bu çıkmazı aşmak için hem Maraş konusunu hemde Bütünlüklü Çözümü
Sağlamak için yeni ve yaratıcı düşüncelere ihtiyaç vardır.İşte bundan
ötürü Bütünlüklü çözümü tetikleyecek ayni zamanda Maraş konusu ile
birlikte güvenin gelişmesini de sağlayacak bu açıdan ikisini de
bütünleyecek düşünceler ihtiyaç vardır.İşte bundan ötürü 30 yakınlaşma
kağıdı gerçeği ile Maraş konusunu bir biri ile bağlamak gerekmektedir.
Bunu ya da başka bir şekli düşünmek iki taraf arasındaki farkın üzerinde
kendini haklı kılmak için nefes tüketmekten daha doğrudur.
Kıbrıs soruna dönük çözüm bulmak için iki tarafın gerçekleştirdiği
görüşmelerde sıkıntı yaşandığı açıktır.Bu sıkıntının ne olduğu geçen gün
her iki tarafın görüşmecilerinin yaptığı açıklamalardan sonra net
olarak ortaya çıktı.
Şimdi önce iki tarafın görüşmecilerinin geçen gün yaptığı açıklamalardan
konu ile ilgili farklılığın özüne dair olan alıntıları yazıp sonra
değerlendirme yapmak gerekir.
Sayın Özersay yaptığı açıklamada şunu ifade etti.
"Çünkü biz Kıbrıs Türk tarafı olarak, eğer kaldığımız yerden devam e
dersek,eğer yakınlaşma kağıtlarını sorgulamaz ve ileriye bakarsak, ortak
açıklamada da yer aldığı gibi, üzerinde uzlaşmaya varılmamış konular
üzerinde odaklanırsak, o zaman çok erken zamanda çözüme
gideriz...(görüşmelerde çözüm yönünde gelişme olmaması nedeni olarak
FSS) şuan itibarı ile yakınlaşma kağıtlarından kayma olmasıdır.Kıbrıs
Rum tarafı yakınlaşma kağıtlarına bağlı kalmıyor.Belli bazı konularda
bize gelip bu yakınlaşma kağıtlarını yeniden ele almak istediklerini
söylüyorlar" dedi.
Marvroyannis:
Sayın Özersayın bu tesbitine bağlı olarak açıklama yapan Sayın Mavroyannis ise bu sıkıntı ile ilgili olarak şunları ifade etti.
"Sayın Özersaya cevaben "Kıbrıs Rum tarafının 'güya' BM'nin Yakınlaşma
Belgesini yeniden müzakere etmek istendiğinden söz edildiğini.( ama ona
göre FSS) BM Yakınlaşma Belgesinin müzakere masasında olmadığını...
bunun BM Genel Sekreteri'nin eski özel Danışmanı Sayın Alexander Downer
tarafından da dile getirildiğini, bu nedenle belgenin müzakeresi veya
yeniden müzakeresinin söz konus olmadığını" ifade etti.
Fark
Yani iki taraf arasında müzakerelerin emresine dair esas farklı bakış
burada ortaya çıkmaktadır. KT tarafı iki taraf arasında yani Talat
Hristofyas
ve Eroğlu Hristofyas arasında süren görüşmelerde oluşan yakınlaşma
konularının temel alınıp uzlaşılmayan konuların ele alınmasını istiyor.
KR tarafı ise yakınlaşma konularının temel alınmasına karşı .Hatta
oralarda varılan yakınlaşmaların bazılarını dahi yeniden ele almak
istiyor. Nitekim daha ilk görüşmelerde yakınlaşmalara karşın yönetin ve
güç paylaşımında Federal Yürütme ile ilgili olarak Pazarlığı en dipten
başlatmak adına 1960 Kıbrıs Cumhuriyetindeki siyasi eşitlikten daha geri
öneri sundu.
İşte fark budur. Şimdi değerlendirmeye girmek gerekir.
Bence Sayın Özersayın yakınlaşma kağıtlarının temel alınması görüşü
doğru ve yerinde bir görüştür.Bu eleştiri haklıdır.Bunu 2013' ten beri
çeşitli konuşma yazı ve çalışmalarda hep dile getirdik.Evet bu eleştiri
doğrudur ama işin bir başka yanı daha vardır.
Bir kere bu konuda Mavroyannis in ifade ettiği hususlarda bir temele
dayanmaktadır.Çünkü yakınlaşma belgelerinin masaya gelmesi
sağlanamamıştır. yanlışlık buradadır.
Özellikle bu yakınlaşma kağıtlarının es geçilmesine dönük Sayın
Anastasiadis 'i Güney Kıbrıs' ta ciddi eleştiren Sayın Dimitris
Hristofyas'ın bu eleştirilerine karşın Malesef CB konuya özel önem
vermemiştir.
Sayın Anastasiadis'in seçilmesi ile başlayan süreçte bu yakınlaşma
belgelerini şeytanlaştırmaya, yok saymaya dönük kampanyalar başladığında
KT bunu yalnızca izledi. Hele Sayın Downer'in bunları 77 sayfalık bir
belge ile açığa çıkartmasına karşın KT bunun yeni sürecin esaslı bir
unsuru olarak ele alınması girişimini yeterince yapmadı.
Buna karşın özellikle Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu Ortak Belge
görüşmelerinde ağırlığı bu temel yerine iç siyasetine indeksli tek
egemenlik tek vatandaşlık gibi konulardaki kavramlara dönük kelime
oyunlarına ve gereksiz tartışmalar gömüldü.
Halbuki tek egemenlik veu buenzeri husularda da o yakınlaşma kağıtlarında temeller vardı.
İşte bu nedenle şimdi gösterilen bu yanlışlık nedeni ile görüşmelerde
boşluk doğdu.Sayın Mavroyannis de bu boşluğa dayanarak şimdi hem
yakınlaşma kağıtlarını yok sayıyor hemde zaman oynamak için pazarlığı en
dipten sil baştan yapmaya çalışıyor.
Sayın Özersay söz konus açıklamasında Sayın Anastasiadis'in
eleştiriyor.Eleştirsinde haklılık var.Seçimlere dönük olarak yakınlaşma
kağıtları ile ilgili olumsuz davranışının esiri olduğu eleştirisini
yapıyor.Bunda haklıdır.
Ama Ortak Belge arayışı sürecinde tek egemenliği mesele haline getiren
sonra da bunu kabul eden Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlunun bu davranışını
eleştrdidiğimizde de CB Eroğluna da seçimlerde söz konular hakkında
mızrlık yapmasını makul bulmamız gerektiğine dair de görüşler ifade
ettiğini ben unutmadım.
Şimdi işte oluşan bu boşluk sıkıntıya yol açmaktadır.GK bu boşluktan
zaman oynamaya çalışmaktadır.Şimdi her yönden girişim yapıp polemik
dalaşmalarına girmeden bu yakınlaşma kağıtlarını konunun tarafı haline
nasıl geleceğini ele almak gerekir.
Sayın Özersay KR tarafının 2014 te Türkiye de yapılacak ve 2015 te de
KKTC deyapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçillerine kadar bu işi
uyarlaman amacında olduğunu söylemiştir.
Bu tesbiti özellikle yakınlaşma kağıtlarının yeni sürecin temeli
yapılmasına dair görüşler çerçevesinde yaptığım eleştirilerde işlemiş ve
Güneyin niyetinin 2015 e kadar zaman kazanmak olduğunu dile
getirmiştim.
Şimdi Sayın Özersay da buna işaret ediyor. Ama iç ve dışl siyasetin
birbirini etkiledi gerçeği de unutulmamalıdır. eğer Cumhurbaşkanı Eroğlu
UBP DPUG Kuzey Kıbrıs ta her şeyi yerel seçimler dahil iki partinin
birleştirilmesini ve yeni hürmet kurmayı 2015 CB seçimlerine indeksli
yaptıklarını alenen duyurularda başkalarının bu kaşımasını veya
kullanmasını kendi elleri ile sağlamış olurlar. bu yüzden Sayın
Özersayın bu tesbitinin damadımı nokta Silahtarın ve destekçisi UBP ve
DPUG nin olduğunu da unutmamamızı gerekir.
Bu açıklamalarla iki taraf arasında sürecin özüne dönük yaklaşım farkı
ortaya çıkmıştır. şimdi BM AB ve diğer dış dinamikler üzerinde çalışıp
bunu çatışma noktasına döndürmeden yakınlaşma kağıtlarını meselenin
içine nasıl koyacağını sağlama zamanı olması gerekir.
Ha eğer Güneyin niyeti 2015' kadar görüşme süreçlerinde bir gelişme
sağlamayı şimdiden Kuzeyde her şeyi 2015 CB seçimlerine indeksleyen
mantığa dayalı sağ anlayışa "bakın hiç bir şey olmadı o zaman da artık
Fedral çözümden vaz geçmek gerkir niyeti ile söz konusu o seçimlerde
gelecek için Eroğluna avantaj sağlamazsa bu konuda daha çok
yaşayacaklarımız olacaktır. çünkü Güneyin egemenleri çok iyi
yaşadılar.AB ye çözüm olmadan girmelerini dahi bu anlayışların bağnaz ve
çözüm karşıtık tavırlarına borçlu olduklarını bilmektedirler. Bu
temelde yani Federal çözümden kurtulmak için aradıkları budur.
Eğer Kuzeyde olanlar bakın işte gördünüz bir şey çıkmadı sonucuna varın
da Federal çözümden kurtulacakları ve bildikleri ayrılıkcılığı
evliyasını çağıracaklarına inandıkları koşulların geleceğini zan
ediyorlarsa o zamanda bilsinler ki evliya yerine gulyabaninin çıkması
daha kuvvetli olasılıktır.
Özersay ,Mavroyannis, Kavgadan Muhabbete mi?
Geçtiğimiz görüşmede iki görüşmeci görüşme sonrası birbirlerinin duruşlarını eleştiren açıklamalar yapmışlardı.
Ancak bugün yapılan görüşme sonrası kamuoyuna olumlu mesajlar verildi.
Bu resmen kapalı havadan, açık havaya geçmek gibi bir duygu yaratıyor.
Ancak her şeye karşın, şimdi sorgulamamız gereken noktalar olduğu
kanısındayım.
Bir kere geçen görüşmeden sonra basına açıklama yapan Kıbrıs Türk
Görüşmeci Sayın Kudret Özersay, önemli bir değerlendirme yapmıştı.
Sayın Özersay yaptığı açıklamada doğru bir noktaya işaret etmişti.m
Kamuoyunun görüşmelerde olumlu gelişmeleri bilme hakkı olduğu kadar,
olumsuz noktaları da bilme hakkına sahip olduğunu vurgulamıştı.
Evet bu genel doğrudur.
Şimdi ise kamuoyunun son görüşmede oluşan olumsuzluktan sonra, hangi olumlu noktanın da geliştiğini bilmesi gerekmez mi?
Ancak bunu böyle gelişmesi ise kanıma göre gizlilik noktasında süren görüşmeleri sıkıntıya sokar.
Eğer bu konuda bir ilke takip edilmezse, yani duruma göre değişen bir ortam oluşursa, bu bence sakıncalıdır.
Ancak şimdi sormak gerekir.
Geçen görüşmeden sonra iki görüşmeci birbirlerini de suçlayan açıklamalar yapmışlardı.
Bu açıklamalarda ise ortaya çıkan bir gerçek vardı. Bu da Görüşmenin özüne dair, iki tarafın arasındaki fark.
Sayın Özersay'ın açıklamalarından çıkan sonuç şu idi.
KR Tarafının daha önce iki taraf arasında yapılan görüşmelerde oluşan
yakınlaşma konularını es geçtiğini bunu temel almadığını vurgulamıştı.
Buna bağlı olarakta Sayın Özersay yaptığı açıklamada, eğer bu yakınlaşma
konularına dayanılmaz ve kalan farklar üzerinde konuşursak, mesafe
almamız daha kolay olur demişti.
KR Tarafının görüşmecisinin ise Sayın Özersaya cevaben yaptığı
açıklamada, KR Tarafının geçmiş görüşmelerde üzerinde yakınlaşılan
konuları ele almadığı açıklamasının doğru olmadığını; çünkü kendi
değerlendirmesine göre, masa da geçmiş görüşmelerde üzerinde yakınlaşlan
konuların olmadığını söyledi.
Üstelik Downere atıf yaparak bunun böyle olduğunu da kanıtlamaya çalıştı.
Yani iki taraf arasında çok önemli bir fark olduğu açığa çıkmıştı.
KT Tarafı yakınlaşma konularının esas alınmasını, KR Tarafı da
yakınlaşma konularının masada olmadığını söyledi. Yani KR Tarafı bu
konuları yeniden tartışma konuşur yapabileceğini savundu.
Burada açıkça yazayım,
Sayın Özersay'ın bu eleştirisi doğrudur.Yakınlaşma konuları es geçilemez. KR Tarafı bunları yok sayamaz.
Ancak burada değerlendirme yapmak gerekiyor.
Bir kere Sayın Anastasiadis seçim döneminde Talat Hristofyas ve Eroğlu
arasında yapılan görüşmelerde üzerinde, çözüme dair yakınlaşılan konular
üzerinde olumsuz konuşmuştu. Bunları esas almayacağını söylemişti.
Seçildikten sonra BM Temsilcisi Sayın Downer'in hazırladığı ve 77 sayfa
tutan söz konusu yakınlaşmaları derleyen Belgesi'ne karşı kampanya açmış
onu şeytanlaştırmıştı.
Ne acıdır ki o günlerde sürekli yazarak, konuşarak Cumhurbaşkanı Sayın
Eroğluna buna dair siyasi girişim yapması ve yakınlaşılan konuların
muhakkak görüşmelerin temeli yapılması gerektiğini söylemiştik.
Ancak yalnız bunu değil, Sayın Anastasiadis'in yeni dönem için gündem
getirdiği Müzakerciler yani, Başkanlar yerine Görüşmecilerin esas
görüşmeci olması siyaseti de geliştirdi.Sonuçta Anastasiadis hem
görüşmeci konusunda hemde Malesef yakınlaşma konularının boşlukta askıda
kalması konusunda bir temel sağladı.
Bu tartışmalar içinde, daha sonraki süreç, görüşmelerin başlaması için
bir Ortak Belge ile görüşme zeminin belirlenmesi ve çerçevesinin
çizilmesi tartışmalarına gömüldü. Tam beş ay boşa kürek çekildi.
Bu sürecin içinde ise Sayın Eroğlu, yalnızca tek egemenlik, tek vatandaşlık, tek uluslararası kimlik üzerinde durdu.
Bunlara dair kendi siyasi ve idelojik yaklaşımları ile tereddütler
geçirdi.Sonuçta bunların da içerisinde de yer aldığı Ortak Belge kabul
edildi.
Ama bu süreçte bir şey boşlukta kaldı.
Buda yakınlaşılan konuların ne olacağı idi.
İşte şimdi yaşanan, bu boşluğun yol açtığı gerginliktir.
KR Tarafı bunları esas olarak almıyor ve yeniden tartışmaya açmak istiyor. Tartışma metodu da çok eski bir bezirgan metodu.
Önerisini en dipten yapıyor.
Örneğin Yetki ve Güç Paylaşımı altında üzerinde yakınlaşılan konulardan
biri olan Federal yürütme ile ilgili olarak1960 KC Anayasından daha geri
ve siyasi eşitliği sarsacak önermeler yapabiliyor.
Bu ise tepkiye ve sonrasında da Türk tarafınızda daha uç öneriler yapmasına yol açıyor.
Kaldı ki bu konuda, yani yakınlaşılan konuların yeniden başlayan görüşme sürecinin esası olmasını yalnız biz savunmadık.
Güneyden ve Kuzeyden yapılan Tüm saldırı ve suçlamalara karşın, Sayın
Dimitris Hristofyas ve KR' larının sağ duyu sahibi insanları da bunu
savundu.
Ama buna karşın Malesef, bu mesele yani, yakınlaşılan konuların yeniden
başlayacak görüşmelerde temel olması meselesi, tek egemenlik
tartışmaları içinde boğuldu ve güme gitti.
Evet, yakınlaşılan konulardan uzaklaşamayız. Bunu kimse göz ardı edemez.
Şimdi iki görüşmeci son görüşmede umutlu ve pozitif bir görüşme olduğuna
dair açıklamalarda bulundu. Sonuçta merak buya, bu konuda ne oldu diye
sormak gerekmez mi?
Ama bunu sorarken de huzursuzum.
Eğer bir gelişme olmuşsa, bu paytak yürüyüş içinde bunu açıklanması ise
hem Güneyin, hem de Kuzeyin Gulyabanilerini yeniden ortay çıkacak bu
paytak yürüyüşü durmak için ellerinden geleni yapacaklar diye de endişe
içinde sorarken bunu da alçak sesle yapıyorum!
Bu bakımdan bundan sonra zorluk ne isterse olsun, olumluyu da, olumsuzu
da, önce görüşmecilerin birbirleri ile konuşarak bunu yapacaklarını
söyleyerek açıklamak yapmalarında fayda olduğu kanısındayım.
Çünkü bir anda yapılan bir açıklamalarda ortaya sürülen keskin tezler,
daha sonra olumlu bir yan gelişince de bu kez "görüşmelerin selameti
açısından gizlilik var "diyerek bu kez de susmakla ele alınamaz.
O zaman da ister istemez akla şu nokta gelir,. Bunlar gizlemek , ama olumsuzu hemen açığa vermek gibi bir niyetin sonucu mu?
Bunu yazarken dahi huzursuzum. Çünkü haksızlık yapabilme ihtimalim de var.
Evet, iki taraf arasındaki farkın, yakınlaşma konularının esas alınıp
alınmaması olduğunu öğrendik. Şimdi varsın anlaşmışlarsa bize bilmeyelim
mi diyelim.
SANAYİ, TİCARET ODALARI ve MODEL Ferdi Sabit Soyer
Döviz Krizi ile ilgili tartışmalar, arayışlar devam ediyor. Olacak. Ancak bu tartışmalarda bir noktayı göz ardı etmek mümkün değildir.
2009 Yılından sonra ülkemizde, "tüketimi kısma ve tasarruf tedbirleri" adı ile bir politika uygulandı.
Bu Türkiye'de gündemde olan politikanın benzeri oldu.
Bununla ilgili meşhur düzenlemelerde, kamu açığını düşürmek hedef oldu. Ücretler basıkılandı, özellikle dolaylı vergiler artırıldı.
Sanayi ve Ticaret Odalarının Açıklamalar:
Şimdi bu politikanın çıkmazını ve tükenişini, bazı açıklamalar özetliyor.
Sanayi Odası, döviz krizinin aşılması için önerilerini yaptı. Bunu basında okuduk. Bakın ne deniyor?
" 13. Maaşlar hemen ödensin veya yarısı ödensin"
Bu ne için isteniyor? Piyasalardaki daralmanın, kısa vadeli günlük tedbirlerle açılması ve Piyasaya para çıkması için. Zaten Bankalar kampanyayı başlattı.
"Ey,memur, işçi gel, 13. Maaşını ödeyelim"diye.
Bu halde insanlar, biraz faiz ödemesi ve 13. Maaşlarından biraz kayıp ile bu yolu tutacak.
Bunun için Bankaların kampanya başlattığı bu alana, Sanayi Odası diyor ki öde ve insanlar bunu alsın ve piyasaya biraz akıtsın.
Ticaret Odası ise, KDV'lerin özellikle gıda ve elektrikte düşürülmesi ve devletin döviz bazlı dolaylı vergilerinde kur sabitlemesine gitmesini istiyor... .
Kısacası 2009 sonrası uygulanan ve ücretleri baskılanması yanısıra, halka, daha fazla dolaylı vergi salınması politikasının kısmen gevşetilmesini talep ediyorlar.
13. Maaşların ödenmesi söyleniyor, ancak Asgari ücret ve çalışanların gelirlerinin artırılması konusu ile ilgili söz yok...
Peki, bu palyatif öneriler kötü mü?
Hayır, bu aşamada üzerinde durulması ve imkanlar çerçevesinde değerlendirilmesi gereken mantıki olan, sınırlı palyatif tedbirlerdir bunlar.
Ama bu görüşlerin, Sanayi ve Ticaret Odalarınca dile getirilmesi, özellikle 2009 sonrası uygulanan ekonomik politik anlayışın resmen çöküşü demektir.
Devlet ve Vatandaşı Borçlu:
Çünkü bu politika, kamu bütçesini düzenlemek adına uygulamaya konuldu. Evet, bu uygulama ilk anlamda belli başarılar gösterdi.
Ancak bu modelin, ekonomide ve insan yaşamında yol açacağı çıkmazı ifade ettik ve çok tartıştık. Üstelik bunu uygulayanlar ve destekleyenlerde bizi, dün, çalışanların ve insanların reel gelirlerini artırdığımız için suçlayanlardı.
Uygulanan o politika ile insanların gelirlerinde oluşan reel artış, ekonomide, ticarette, inşaat sektöründe önemli bir ivmeyi yol açmıştı. Bu ivmeye ve gelişmeye karşın bundan en fazla yararlananlar bizi eleştirdi ve farklı olan "tasarruf" modelini siyaseten desteklediler.
Çünkü mantık; kamu bütçesinden yapılacak Tasarrufla elde edilecek kaynağın, özel kesime destek için akıtılacağı ve " özel sektörün güçlendirileceği" vaadi ile şekillenmişti.
Şimdi bakın, uygulanan bu politika, bırakın güçlenmeyi, günümüzde yaşanan yıkım nedeni ile şimdi piyasaya biraz damlama olsun diye, 13. Maaşların ödenmesini ve dolaylı vergilerin azaltılması taleplerini dünden farklı yaklaşımı, özel sektörün iki güçlü örgütü yapıyor.
Çünkü, yaşanan bu döviz krizi ile bu politikanın yol açtığı çıkmazın, tamamen derinleşmesi gelişti.
Yani bu yanlış, döviz krizi ile birlikte artık tam görünür oldu.
Ancak bu politika gündeme alınırken, 2009 sonrası, buna, görünmeyen "paralel" bir politika da uygulandı.
Ne idi, bu " paralel politika"?
Kamu Bütçesinin zaafiyetlerini gidermek için uygulanan söz konusu tasarruf politikasının ekonomide sıkışıklığa yol açacağı da biliniyordu.
Bu kez de bu politikanın yol açacağı çıkmazı azaltmak için, gündeme, özel kesimi ve hane halkını borçlandırma ve bu yolla tüketimi devam ettirme anlayışı getirildi.
Yani bu tedbirler alınırken, ayni zamanda özel kesimi ve tek tek hane halkını borçlandırma için teşvik politikası de gündeme kondu.
Kamu görevlilerine dönük sistemli bir politika gündeme girdi.
"Maaşının 50 katı kadar borçlanma imkanı!"
Özel kesime borçlanma kolaylığı.
Bu "paralel politika", büyük kampanyalar, reklamlar ve propaganda ile yaşama kondu.
Sonuç ne oldu?
Özel kesimin ve hane halkının borçlanması gelişti.
Bu borçlanmalar ile insanlar ya yaşam standartlarını düşürmemeye çalıştılar. Ya da bu borçlanma kolaylığı ile dayanıklı tüketim malları alımı ve inşaat sektörüne kaynak aktarımı sağlandı.
Bunun buz üstüne yazılmış bir yazı olduğu sonradan ortaya çıktı.
Çünkü buz erimeye başladıkca, yani reel enflasyon artıp, reel gelir azalmaya başlayınca, insanların alınan borçlar karşılığında, gelirlerinden ödedikleri taksidin dışındaki, "taksit dışı" fazla da azalmaya başladı.
Bu kez standardı düşürmemek için de kredi kartları devreye girdi. Kredi kartları borçları da artmaya başladı.
Böylece piyasaya çıkan " taksit dışı fazla "azaldı. Esnaf, iş dünyası daralan piyasadan çok etkilendi.
Döviz krizi ile insanların ciddi bir kısmının maaşları, taksit ödemeye dahi yetmemeye başladı.
Özel kesimde bu sürede borçlandı. İşletmeler sıkışmaya, banka borçları zorlanmaya başladı.
Hop devreye tefeciler girdi. Şimdi bunun yol açtığı derin sosyal ve hukuki yaralar konuşuluyor.
Bu model uygulanırken, ayni dönemde bu paralel politika yanısıra, Türkiye'de uygulanan bir yan daha, büyük propaganda ile devreye sokuldu. Ama bu bizde sonuçta komediye döndü.
Kamu bütçesini düzenlemek için tasarruf politikası ile birlikte ayni zamanda, Türkiye'de özelleştirmeler de gündeme geldi.
Bundan elde edilen kaynaklar ve tasarruf politikası ile gelişen kaynaklar, evet belli bir dönem ekonominin gelişmesine destek oldu ve ekonomide sıçramalar yaşattı.
Bize de ayni anlayış, bu alanda da büyük bir propaganda ile devreye girdi. Her şey özelleşsin.
Ne oldu? Bu bizde komediye döndü.
Ercan Devlet Havalanı Özeleştirildi. Fakat, Özelleştirme yasasının açık hükmüne karşın, bu özelleştirmeden gelen kaynak ne oldu?
Ne,"özel sektörü güçlendirme" söylemine karşın bu alana, ne de Özelleştirme yasasının açık hükmü olan, özelleştirmeden gelen kaynağın devlet borçlarının ödenmesinde kullanacağı ifadesine rağmen gelen para, bu alanlarda kullanılmadı
Bu kaynak ne oldu?
Bu kaynak, 13. Maaşın ödenmesi için, yani bir defalık Sultanlık için harcandı gitti. Ne Devlet borçları azaldı, ne Özel kesim desteklendi. Şimdi bu devlet borcu, aksine artarak duruyor.
Bu nedenle bu gün, 13. Maaşların ödenmesi, KDV'lerin düşürülmesi için düşünce geliştiren iş ve siyaset dünyasının belli kesimleri, 2009 sonrası uygulanan bu modelin savunulması için yaptıkları kampanyaları artık gözden geçirmelidir.
Hele dün KDV'lerin eşitlenmesi ve yükseltilmesi için düzenleme yapmayı marifet sayıp, canlarını yiyenlerin, bugün KDV'lerin aşağıya çekilmesi için görüş beyanları son derece düşündürücüdür.
Bu bakımdan, 2009 sonrası uygulanan ekonomik anlayış, öncelikle sorgulanmalıdır.
Bunun yanısıra, döviz krizi ile ilgili alınacak tedbirler çok yönlü tartışılmalıdır. Ithalatımızın % 66'sını gerçekleştirdiğimiz Türkiye ile ticari ilşkimizdeki temelin, Dolar üzerinden olduğunu da hiç göz ardı etmemek gerekir.
Bu ise yaşamda TL kullandığımız gerçeği ile ele alınmalıdır.
Çünkü, Türkiye iç Pazarında, evet, döviz yükselmesi belli maliyet etkilerine yol açar. Ama iç ticaret TL üzerindendir.
Ancak biz TL kullanıyoruz, fakat Türkiye ile ticaretimiz dahi dolar üzerindendir. Bunun yol açtığı etki herkes ve bu ülke için çok fazladır.
Bugün uygulanan bir politikanın çıkmazı ile karşı karşıyayız. Tasarruf adı altında tedbir, ama hane halkını ve özel kesimi borçlandırma ile düzeyi koruma çabası resmen çıkmazın bizzat kendisi olmuştur. Bunu ele almak şarttır.
Ukrayna'da çok önemli gelişmeler yaşandı.Bunun üzerine Rusya Kırım'a askeri birliklerini sevk ett.
Tüm dünyada bu konu çok önemli tartışmalara,siyasi gerginliklere yol açtı.
Bu konunun özü ile ilgili çok yönlü değerlendirmeye girmek istemiyorum.
Ancak bu sorunla birlikte bize çok aşina gelen sözler ve tavırlar
gelişmektedir.
Tüm dünya şu anda Ukranya'nın toprak bütünlüğünden ağız birliği içinde söz etmektedir.
Çok doğru bir kavram ve esaslı bir yaklaşımdır bu.
Bu bizim siyaset dünyamızda da dillendirilmektedir. Türkiye ve Kıbrıs'ta bu her düzeyde ifade edilmektedir.
Ancak bu doğru tezi Ukranya ile ilgili olarak ifade edenlerin,
Kıbrıs'ta, Türkiye'nin Garantörlüğünün esas temalarından birinin, adanın
toprak bütünlüğünü korumak olduğunu unuttukları veya göz ardı ederek
siyaset yaptıkları bildiğimiz bir gerçektir.
Ayrıca adanın toprak bütünlüğünü göz ardı ederek, iki ayrı devlet tezini
"milli görüş " bunun dışında ise Kıbrıs Türk halkının siyasi eşitliğini
ve adanın toprak bütünlüğünü gözetecek, Iki bölgeli Federasyon tezini
ise milliyetçi yaklaşımlarla lanetledikleri de bildiğimiz
yaklaşımlarıdır.
Bu arada Rusya'nın Kırım'a askeri birlikleri sevk ederken kullandığı
argümanı da bize çok tanıdık gelmektedir. Üstelik buna bağlı olarak
ifade edilen yaklaşımlarda çok tanıdıktır.
Rusya, Kırım'a askeri birliklerini yollarken, Kırım'da yaşayan
Rusların," can mal ve toplumsal kimliklerini" korumak için bunu
yaptığını söylemektedir. Bu bize yabancı mı? Asla.
Adanın toprak bütünlüğü ve Anayasal düzenin korunmasına dayalı olan
Türkiye' nin Garantörlüğünü, ifade etmeden bunun yalnızca,Kıbrıs
Türkleri'nin "can ve mal Emniyeti'ni korumaya" dayalı olarak, yıllardır
ifade edilen ve 1974 sonrası oluşan statükoyu korumak maksatlı söylenen
sözlerden bunun hiç farkı yoktur.
Ayni şekilde Rusya Dışişleri Bakanı Sayın Lavrov, bunun da geçici bir
durum olmayacağını ifade ettiği de açıktır. Hal böyle iken, bu
yaklaşımların neler doğuracağı da yaşadığımız pratik nedeni ile açıktır.
Bu arada basından öğrendiğimiz kadarı ile Kırım'da da Rusya, askeri
varlığının koruma ve gözetiminde. Kırım'ın " Bağımsızlık" ilanı yada
başka özerk yönetim gibi, belki, Otonom, belki Federe vs gibi isimlerle
ayrı bir devlet yapılanmasına da gidileceği haberleri de yer almaktadır.
Zaten Rusya'nın bu müdahalesini dayandırdığı temel, her halde "Kırım'ı
işgal ettim "olmayacaktır.Osetya ve Abazya da bunun tecrübelerini
yaşadı.
Üstelik de en eski örneklerden biri de burada Kıbrıs' ta bulunmaktadır.
Dolayısı ile günümüzde bu çok açık bir yeni gibi gözüken eski dolaylı siyasi yaklaşımların bir örneğini oluşturmaktadır.
Şimdi Ukranyadaki bu durma ve Kırım'daki bu yanlış adıma dönük,
Ukranya'nın toprak bütünlüğüne vurgu yapan, Kıbrıs ve Türkiye siyasi
odakları,Kıbrıs'ta yaşadığımız kutlanan bu fiili durumla, buna,kötü bir
örnek olduğumuz da göz önünde bulundurmalıdır.
Ayni şey Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan içinde geçerlidir. Kıbrısta iki
bölgeli iki toplumlu Federal çözümü, sırf 1964' te elde ettikleri ve
Kıbrıs Cumhuriyetinin iki toplumu yapısını bozan ve KC ni gasp ettikleri
1964 statükosuna koruyacaklar diye ret etmeleri ile elde edebilecekleri
pek bir şey olmadığını da artık kavramaları lazımdır.
Bu konuda kendilerini BM ve dünya indinde destekleyen Rusya'nın Abazya
ve Osetya örneklerinden sonra, yaşama geçirdiği Kırım olayı da
kendilerinin Kıbrıs' ta karşı oldukları bugünkü fiili durumun
oluşmasının benzeridir. Bu nedenle Rusya'nın,artık Kıbrıs'ta kendilerine
dönük desteğinin çok da inandırıcı olamayacağını görmeleri
gerekir.Kıbrıs'ta karşı olduğunu söylediği bu günkü durumun ,hemen hemen
aynisini, kendi ile ile ilgili konularda yapan ve evrensel sorun
yaşayan bir ülke, en nihayetinde Kıbrıs'taki bugünkü fiili durumun
değişmesine dair görüşlerinde er geç farklılaşacaktır.
Bu yüzen kendinin de taraf olduğu diğer meselelerinin fiilen yaşaması
veya bir şekli ile bunlarda yol açtığı fiili durumların da yer etmesi
için, er geç dünyanın güçlüler sofrasının as üyelerinden biri olarak, oo
sofranın diğer üyeleri ile de bir yakınlaşmaya girecektir.
Sonuçta tarihte çok örneğini gördüğümüz olaylar gibi bu da yaşanabilir.
Dünyanın bir nükleer savaşa girmemesi için bu aşamda uluslararası
ilişkilerde paylaşım sofrasının yeniden kurulması gibi eskinin tekrarı
gündeme gelebilir. Böylece yeni dünya paylaşım olgularının gündem
yeniden gelmesi mümkündür.
Bu yüzden Rusya'nın en nihayetinde Kıbrıstaki fiili durumun ,Kırım,
Osetya,Abazya ve oluşabilecek başka örneklerin de resmileşmesine
gelmeyeceğine dair ne garanti vardır?
Evet, Ermenistan'ın İşgal ettiği ve üzerinde ayrı devlet koruduğu
Karabağ, da Azerbabaycana karşı elde ettiği bu haksız durumu kabul
edilmez bulurken, Kıbrıs' ta Federal çözüme karşı çıkarak, adanın toprak
bütünlüğüne aykırı tezleri,yıllarca savunan ve söz ile Azerbaycan'a
destek olduğunu iddia edenlerin sonuç itibarı ile Azerilerin Kıbrıs'ta
bize dönük çekincelerine dair ise, haksızca sitem eden bizdeki
milliyetçiler,artık bu iki yüzlü tavırdan çıkmamız gerektiğini de
anlamalıdır.
Evet, Kırım'daki bu yeni olay, Kıbrıs'ta iki bölgeli,iki toplumlu, siyasi eşitliğe
sahip Fedaral çözümün toprak bütünlüğü temelinde çözümünün ne denli ilkesel ve gerçekçi olduğunu yeniden gösterdi.
Üstelik bu tez, ayni zamanda günümüzde Türkiye'de demokratik temelde
çözümü ilerletilmek istenen Kürt sorunu ile da bağlantılıdır.
Çünkü ülkelerin doğru temelde olan toprak bütünlüğünü korumak, artık
demokratik, insan haklarına bağlı, hukukun üstünlüğüne dayalı
yapılarlarsa daha güçlü oluduğu ortayçıkmıştır.
Ayrıca İçteki bu yapı, o ülkenin taraf olduğu bir başka uluslararası
sorunun çözümüne dönük olarak, ilkesel olarak kendi toprak bütünlüğüne
dönük hassasiyeti kadar, taraf olduğu diğer uluslararası nitelikteki
sorunların da çözümünde de ayni ilkesel tavrı takip etmesi çok
önemlidir.
Toprak bütünlüğüne saygı temelinde ele alınıp da taraf olduğu sorunların
çözümüne katkı sağlanırsa bu onun toprak bütünlüğünü çok daha güçlü
kılar.
İşte Ukranya meselesi ve bundan oluşan Kırım sorununun yaşandığı günümüz
gerçeği, ilkesel olarak Kıbrıs'ta BM Parametrelerine dayalı Fedaral
çözümün son derece önemli olduğunu yeniden yaşamımıza yol açmıştır.
Görüşmelerin sürdüğü bu aşamada Kuzeyde Eroğlu ve destekçileri ile
Güneyde başta DİKO olmak üzere, statükonun Federal temelde çözümüne
karşı olanların ayak sürçmeleri ile Kıbrıs'ta statükonun bu yapısı yani
bu örnek, başka yerlerde yaşanan gerginlikliklerde yansımaya devam
edecektir.
Bu yüzden1974 ve 1964 statükosuna korumaya çalışanların mantığı, tüm
Kıbrıs'a ve Türkiye ile Yunanistan'a çok yönlü belaların gelmesine neden
olacaktır.
Ukranya ve Kırım meselesi bize artık Kıbrıs sorunun, adanın toprak
bütünlüğü zemininde, demokratik, toplumların kimlik ve varlıklarına
siyasi eşitlik içinde bulacakları, demokratik hukuk devleti ilkeleri
temelinde, Federal bir çözüme gitmesi gerektiğini yeniden ve yeniden
kanıtlamıştır..
Son zamanlarda özellikle Görüşmeciler düzeyinde görüşmelerin başlaması
üzerine, UBP ve DP sözcülerinin bazıları gerçek olmayan söylemler
yapmaya başladı.
Köy gezilerine başlayan ve yerel seçimlerinde gelmesi üzerine artan
siyasi faaliyetlere bağlı olarak DPUG ve UBP sözcüleri alışık oldukları
bir metodu yine devreye soktular.
Kıbrıs sorununun çözümüne dair yanlış bilgi ve düşünce üretmek. Köylerde
özellikle Serdar Denktaş'ın ve bazı UBP milletvekillerinin ifade ettiği
şudur.
Hazırlanın bir plan gelecek ve bu planı bize dayanacaklar. Annan
Plan'ından daha geri .Çünkü biz evet demiştik Rumlar hayır. Dolayısı ile
onları tatmin etmek için daha kötü bir plan gelecek.Biz buna hayır
diyeceğiz size de çağrı yapacağız diyorlar
Olmayan ve desteklediklerini söyledikleri Ortak Belge de yazmayan ,
hatta tersi yazan bir hadiseyi resmen,kelimenin tam anlamı ile yalan
söyleyerek, insanları Federal çözüm karşıtlığına sevk etmeye
çalışmaktadırlar.
Halbuki Ortak Belgede ifade edilen esas husus şudur.
Halkın referandumuna sunulacak belge, iki liderin onaylayacağı, imzalayacağı antlaşma metinleri olacaktır.
Yani bize sunulacak olan, görüşmeler sonrasında oluşacak olan iki
liderin onaylayacağı ve eğer adına plan derseniz, işte bu plan
olacaktır.
Bunun böyle olduğunu Serdar Denktaş Hüseyin Özgürgün iki partinin milletvekilleri bilmiyor mu? Bal gibi biliyor.
Üstelik Sayın Eroğlu ile Sayın Anastasidisin övünerek anlattıkları ve
üzerinde anlaştıkları nadir konulardan bir tanesi de BM in Hakemliğini
birlikte ret ettirmeleridir. 2004 Refarandumuna bir anlaşmanın gitmesine
yol açan o zaman, liderlerin anlaşamadıkları konuların BM Genel
Sekreterinin Hakemliği çerçevesinde sonuçlanması idi.
Dolayısı ile şimdi referanduma sunulacak bir antlaşma taslağı ancak
görüşmecilerin bugün yaptığı ve sonra da liderlerin sürdüreceği
görüşmelerden sonra ortaya çıkacak olan ve iki liderin karşılıklı kabul
edeceği ve onaylayacağı Bütünlüklü bir antlaşma metni olacaktır.
Hal böylesi olmasına ve görüşmelerin daha yeni başlamasına rağmen, "
dıştan bize plan dayatıyorlar Türkiye'de AK Parti sıkıştı ABD nin
dayatmalarına boyun eğdi" diyerek, yerel seçim mahana yapılan bu yalan
propaganda, gerçekte çözüm sürecini öldürmek isteyen UBP DP liderlerinin
Sayın Eroğlu desteğinde yaptıkları bir gerçek olmayan çabadan başka bir
şey değildir.
CB Sayın Eroğlunu, Görüşmeci Sayın Kudret Özersayı, halka açık ve doğru
bilgi vermeye çağırmak gerekir. Ortak Belgede açıkça ifade edilen
gerçek, iki liderin üzerinde anlaşacakları ve onaylayacakları, antlaşma
metinlerinin Referanduma götürüleceği gerçeğidir.Bunu şimdi köy köy
gezerek yalan propaganda yapanların yalanlarına dönük olarak açıklamak
zorundadırlar.
EKONOMİ VE KIBRIS SORUNU
Kıbrıs'ın her iki tarafında da çok
önemli bir ekonomik kriz yaşanmaktadır. Güney'de bu durum, 1974'te
oluşan konuma benzetilmektedir. Kuzey'de ise ekonomik örgütler durumu
felaket olarak tanımlamaktadırlar.
Bu durum gerçekte her iki
tarafta, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünün oluşturduğu şartlarda, doğan
bazı imkanlar ve bu sorun nedeni ile yine her iki tarafta oluşan yapısal
sorunlar nedeni ile oluşmaktadır.
Bir kere artık dünyada meydana
gelen gelişmeler nedeni ile oluşan şartlarda, çözümsüzlüğün getirdiği
avantajlar ortadan kalkmıştır. Bu nedenle çözümsüzlük siyasetinin
sürdürülmesi için, çözümsüzlük şartlarında oluşan bazı olanaklarla, her
iki tarafta, kendi yapılarına uygun olan ama ekonomik akla uymayan,
popülist düzenlemeler yapılmıştır, ama bu artık sürdürülemez, finanse
edilemez hala dönmüştür.
Bu nedenle her iki tarafta bu yapı inanılmaz bir soruna dönüşmüş bulunmaktadır.
Nitekim,
şimdi kriz aşamasında bakıyoruz, güneyde ve kuzeyde ekonomik durumun
düzeltilmesi adına alınan önlemlerde, çok ciddi benzerlik
göstermektedir.
Her iki tarafta özelleştirme, kamu harcamalarının
azaltılması adına ücretleri baskılama, alım gücünü azaltma, dolaylı
vergileri yükseltme, sosyal harcamaları sağlık, eğitim alanlarında kısma
ve benzeri düzenlemeler yapılmaya çalışılmaktadır.
Bu
düzenlemelerden en büyük kaybı da emekçiler, üreticiler, küçük ve orta
işletmeler esnaf çekmektedir. İşsizlik ise her iki tarafta gençlerin en
büyük kabusu olmaktadır.
Halbuki bundan kısa bir süre öncesine kadar durum inanılmaz bir görünümde idi.
Güneyde
2007 de Bütçeleri fazla vermişti. Bunula ilgili övünmeler alıp başını o
günlerde giderken bu durum, Kıbrıs sorununa dönük de çözümsüzlük
şartlarını sürdürme konusunda inanılmaz bir cesaret vermişti güneyin
egemen güçlerine.
Bugün Sayın Anastasiadis'i Ortak Metin konusunda
desteklediğini açıklayan Baş Piskopos Hrisostomos ;Annan Planına dayalı
Federal çözüm konusu Referandum aşamasına geldiğinde, o dönem, Baf
Metropoliti olarak verdiği demeçte Hayır kampanyası açarken, "ne AB
üyeliği geldiği için, aç Türkleri mi destekleyeceğiz" diyerek, ekonomik
durumun bu temelsiz rahatlığı içinde hoyratça açıklamalar yapıyordu.
Yani Kuzeyin yaşadığı ekonomik sıkıntıları hegomonyacı, hakimiyetçi anlayışının gerekçesi haline getirmekteydi.
Bugün
Güneyde yaşanan acı ekonomik kriz boy verdiğinde ise Kuzeyde
göstermelik kısmı ekonomik rahatlığın rehaveti içinde, o dönem iş
başında olan UBP Hükümeti ve Sayın Eroğlu'da Güneyde bu yaşanan acıya
bakarak, onların acısı üzerinde kendi ayrılıkçı niyetlerinden siyaseten
yararlanma faydacılığı içine girmişti.
Onlarda, Güneyde
yaşananlara bakıp açıkça şunu söylediler. TL Kullanın, size yardım
edelim falan gibi üstünlük taslayan açıklamalar yaptılar. Şimdi ise
halimize bakıp ağlıyoruz, hayıflanıyoruz.
Böylece, Güneyin ve
Kuzeyin çözümsüzlükten nemalanan kesimleri adına, onların bağnaz
sözcüleri, her iki tarafta bu ekonomik sıkıntılardan yara alan en geniş
halk kitlelerinin üzerinde siyaset yapmaya soyundular.
Ama bunun ne denli temelsiz olduğu açıktır.
Biz,
2004 Referandumundan sonra çözüm umudunun ciddi esintinin ekonomimize
kattığı serinliği yaşadık. Her alanda ciddi büyümeler yaşadık. Refah
insan yaşamının her alanında görüldü.
Güney çözüm olmadan
Kıbrıs'ın AB üyesi olmasının ekonomilerine kattığı esintiyi, büyük bir
gelişme ile yaşadı. Demokratik ve insani değerlerde gelen olumluluğu da
yaşadı. Bütçeleri artı verdi, 2007' de.
Kuzeyde bizde bunu her açıdan olumlu olarak yaşadık.
Ogünlerde
hatırlıyorum " artık Kıbrıs sorunu ile uğraşmak değil iç konularla
uğraşmak gerekir" denmekteydi. Hatta Kıbrıs sorunu ve çözümü ele
alanlara dönük, bu meseleyi yani çözümü ele alanlara dönerek; "siz bunu
afyon gibi kullanıyorsunuz" diyen aklı evvelleri de unutmadık.
Ama
ne zaman çözümsüzlük olgusu yeniden kendini bütün "heybeti" ile
gösterdi, hem Kuzey, hem de güney eskiye çok daha ağır koşullarda geri
döndü.
İşte bunlar artık bize aldatıcı refahlardan uzaklaşmamız
gerektiğini göstermektedir. Sürdürülebilir gelişmenin en esaslı temeli
çözümdür. Ekonomik sıkıntıların yükünü her iki tarafta çalışanların
üstüne yıkanlar askeri harcamaları çözümsüzlük şartlarını sürdürmek için
birbirlerine üstünlük sağlamak için dışta ve içte harcadıkları
kaynakları ise azaltmak bir yere alabildiğine artırmaktadırlar.
Bir bakın bakalım, her iki tarafın dış ilişkilerde, birbirine dair üstünlük sağlamak için harcadıkları kaynaklar ne kadardır?
Bunlar olmasa kaç yurttaşlarına sağlık hizmetlerinden kesinti yapmadan ne kadar hizmet verebilirler? Kaç okul yapabilirler.
Evet, ekonomik sıkıntıları aşmanın en önemli zemini çözümdür. Bunu artık herkes görmelidir.